Küslük, bir müslümanın diğer müslümanla konuşmaması, ilişkilerini kesmesi ve dargınlıkta devam etmesidir. Bu küsme hastalığı, birbirlerine arka çevirme ve yüzüne bakmamakla ortaya çıkar. Halbuki müslümanlık denince akla ilk gelen şey kardeşliktir. Çünkü müslümanlığı bizlere öğreten büyüklerimizden ve okuduklarımızdan anladığımıza göre, mü’min olan mutlaka müslümandır. Hiç şüphe yok ki, müslüman olan da mü’mindir. Bunlar birbirinden ayrılmayan ikizler, yani ruh ile ceset gibidirler veya iç ile dış gibidirler.
Müslümanlar daima birbirleriyle kardeş gibi geçinen ve birbirlerine her zaman her işte maddi, manevî yardımda bulunan, elinden tutan ve onun daima iyiliğini ve kemâlini isteyen kimse demektir. Böyle olunca artık darılmak, küsmek, arka çevirmek, buğz etmek, hased etmek, çekememek, insanın aklı ve hayaline bile gelmez. Nerede kaldı, aleyhinde bulunmak ve onun zararına en ufak bir teşebbüste bulunmak ve diğer kötü işler yapsın. Fakat insan yaratılışında da, bazen kızmak ve gazap etmek gibi çirkin huyların bulunması sebebiyle, şayet böyle bir dalgınlık olursa, en çok üç günü geçmemesi gerekir. Eğer birbirlerine rast gelip karşılaştıkları zaman önce hangisi selam verirse, hayırlısı odur ve bu selamla dargınlık ve küslük kalkmış olur. Eğer üç günden sonra dargın olarak ölürse, Cehennemi hak etmiş olacakları açıklanmıştır.
Peygamber (s.a.v.) buyurdular: “Müslümanın müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs kalması helal olmaz.” (Kütübü Sitte)
Bu nedenle hiç bir mü’mine layık ve helal olmaz ki, müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs dursun. Maalesef bazı akrabalar arasında sıklıkla görülen bir gerçektir ki, hiç de önemi olmayan ufak tefek şeylerden dolayı ve özellikle mîrâs meselelerinden dolayı, artık birbirleriyle ölünceye kadar darılanlar, küsenler bulunmaktadır. Bu ise tamamen bilgisizliğin doğurduğu bir beladır. Mîrâs denilen şeyin, biraz da sende emanet olup, başkasından sana nasıl geçtiyse, senden yine başkalarının ellerine geçeceği unutulmamalıdır. Bu iş olsa olsa kısa bir müddet için emanetçiliktir. Bu emanetçilik için, kavgaya, gürültüye ve dargınlıklara ne gerek var?
Miras bölüşümünde “Sen çok aldın, bana az verdin, veya iyisini sen aldın, kötüsünü bana verdin” gibi bilgisizce sözler söyleyip, bir emanet için küsmek, darılmak hiç akıllıca bir davranış mıdır? Fakat insanlar çok çeşit huylu, ayrı tabiatlı olduklarından, kıymetsiz şeyler için gürültü çıkarmaktan adeta lezzet almaktadırlar. Öyle ahmaklar da vardır ki, bunlara va’z ve nasihat, hatta dayak ve hapis bile fayda etmez. Çünkü kalp kararınca ve katılaşınca, merhametten, şefkatten, yardım duygusundan mahrum, menfaatinden başka bir şey bilmeyen ve ancak kendi aklını beğenen bir zavallı halini alır. Bu gibilere ne derseniz boşuna nefes tüketmiş olursunuz. İlim ve İrfan nimetinden yoksun olan bu zavallılar, İslâm’ın kadir ve kıymetini bilmeden, dünyadan göçüp giderler ki, bu onlar için en büyük felakettir.
Birbiriyle küs olan iki müslüman, eğer ilk üç gün içinde veya daha sonra karşılaştıkları zaman, hangisi önce selam verirse, diğeri de “aleykümü’s- selâm” demezse, vebali ona olmakla beraber o selamı melekler cevaplar. Yani melekler “aleykümü’s-selâm” diyerek, selâmın karşılığını size verirler. Selâmı almayana da şeytan karşılık verir. Bu küslük üzere şayet barışmadan ölürlerse, cennete giremeyecekleri, bir rivayette de girseler bile, artık birbirlerini göremeyecekleri bildirilmiştir. Hatta, küslük ancak üç gün olur derler de barışırlarsa, ne güzel! Şayet barışmazlarsa, Cenâb-ı Hak onlar barışıncaya kadar onlardan yüz çevirir, yani rahmetini ihsan buyurmaz.
Yine buyuruluyor ki, eğer bir kimse bir müslümanla bir sene küs duracak olursa, onu öldürmüş gibidir. Yani, katile verilen ceza gibi cezayı hak etmiş olur. Her Pazartesi- Perşembe günü kulların hesapları, yer meleklerinden gökteki meleklere verilir. Diğer rivayette ise her Pazartesi-Perşembe günleri Cennet kapıları açılır da ortak koşanların dışında hepsi af olur. Yalnız küsler kalır. Bunların günahlarının bağışlanması barışmalarına kadar ertelenir. İslâm’da üç günden fazla küslük yoktur. Eğer küslüklerini devam ettirirlerse barışıncaya kadar İslâm’dan çıkarlar. Bunlar ne acı şeylerdir! Müslümanlar bu gibi felaketlerden kendilerini korumalıdırlar.
Şaban ayının on beşinci günü berât kandilidir. Cenâb-ı Hak o gece kullarına nazar edip, tevbe eden ve bağışlanmasını isteyen (müşriklerden başka) bütün kullarını bağışlar da, küs, dargın, buğz ve adaveti sürdüren, cemaati terk eden ve bid’atları işleyenler, yine af olunmadan kalırlar. O gece af olunmayan beş kişi daha vardır ama onlardan burada bahse lüzum yoktur.
Üç kimse vardır ki, bunların kıldığı namazlar Allah’a sunulmazlar. Yani kabule şayan değildirler. Bunlardan birisi; bir toplum onu istemediği halde onlara imam olan bir kimse. İkincisi; kocasını kızdırıp, yatağından kaçan kadın. Üçüncüsü de; birbirlerine dargın, küs, nefret eden, ve arkalarını dönenler. Görüldüğü gibi dargınlık ne kadar çirkin bir şeydir. Şu var ki, buğzu- fillâh denilen (yani yalnızca Allah rızası için kızmak ve küsmek)’dir ki, Allah (c.c.)’a ve Resülü (s.a.v.)’ne isyan eden edenlere veya kendilerinden müslümanlara, İslâm’lığa bir zarar gelme ihtimali olan kimselerle konuşulmamasına ruhsat vardır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de temiz hanımları vâlidelerimize karşı bir ay dargın durdukları gibi, Hazreti Ömer (r.a.)’ın oğluyla dargınlığı da, bu gibi sebeplere dayanır. Bu cümledendir ki, Tebük gazâsında özürleri olmadığı bu gazâya katılmayan üç kişiyle de müslümanların konuşmamaları için özellikle uyarılmışlardı. Bunlardan biri de Ka’b İbni Malik (r.a.) Hazretleri idi ki, tam elli gün kimse bunlarla görüşmemişti. Bu olayın detayları Hadis kitaplarında uzun uzadıya yazılıdır. Hatta son on günde bu müslümanların hanımlardan bile ayrı kalmaları kendilerine bildirildi. Onlar da hanımlardan ayrılıp yapayalnız kalmıştı. İçlerinden biri fazla ihtiyar olduğundan, onun hanımının yanında kalmasına izin verilmişti. Bu hadise, özür yokken, sırf ağır davranmaları yüzünden, savaşa katılmamanın cezası idi.
özellikle akrabalar arasında ile dargınlıklarda, onları her ne kadar kusurları olsa dahî, onu sen Mevla’ya bırak. Herkesle ve akrabalarla iyi geçinmeye bak. Eğer biz bu günkü halimizle şunun kusuru var, bunun da kusuru var deyip, kırılacak ve ayrılacak olursak, kimsenin kimse ile görüşmemesi lazımdır. Büyük bir zararın meydana gelmesi söz konusu olmadığı takdirde, selamlaşmak ve biraz resmi olmak, kâfîdir. Kendilerinden zarar geleceği umulan kimselerle ise, “Görüşmekten görüşmemesi daha evladır” demişlerdir. (Tasavvufî Ahlâk, M. Z. Kotku.)