Tâif Kuşatması
Huneyn Harbinde, Müslümanlar karşısında hezimete uğrayan Sakifliler, yurtları olan Tâif’e gidip sığınmışlardı. Şehrin kapılarını üzerlerine kapayarak, savaşmaya hazırlanmışlardı.
Burası şirkin son sığınaklarından biriydi. Bir daha iman ve İslâma karşı koyacak cesareti kendisinde bulamayacak bir şekilde başı ezilmeliydi. Havazin ve Sakiflileri Müslümanlara karşı ayaklardıran Mâlik bin Avf da gelip buraya sığınmıştı. Onun da yakalanıp hakettiği cezaya uğratılması gerekiyordu.
Bu sebeple Peygamber Efendimiz, mücahidlerle birlikte Tâif’e doğru yol almaya başladı. Burasını çok iyi biliyordu. Seneler önce, burada hayatının en acı ve acıklı günlerini yaşamıştı. Tâiflileri İslâma dâvet etmeye gelmişken onlar kendisini taşa tutmuşlar, kan revan içinde bırakmışlardı.
İslâm ordusu kısa zamanda Tâif önlerine vardı. Fakat Sakifliler kuvvetli kalelerine kapanmışlar ve bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak bol miktarda yiyecek stoku da yapmışlardı.
Bu surları yarıp şehre dalmak elbette mümkün değildi. Bu sebeple Resûl-i Ekrem, şehri muhasara altına aldı. Ordugâh surlara çok yakın kurulmuş olduğundan, mücahidler düşmanın yağmur gibi oklarına maruz kaldılar. Bu arada bir kaç mücahid de atılan oklarla şehid oldu.1
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, ordugâhı surlardan uzaklaştırdı ve bugünkü Tâif Mescidinin yanına nakletti.2
Bu arada yanında bulunan hanımlarından Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Zeynep için iki çadır kuruldu. Resûl-i Ekrem, namazlarını bu iki çadır arasında kılar ve orada otururdu. Sakifliler Müslüman olduktan sonra burada bir mescid yapacaklar ve adına da “Sâriye Mescidi” diyeceklerdir.1
Muhasara esnasında çarpışma, karşılıklı şiddetli ok atışlarıyla devam etti.
Mancınık kurularak, Tâiflilerin taşa tutulması
Muhasaranın uzadığını ve Sakiflilerin teslim olmaya niyetli görünmediklerini anlayan Peygamber Efendimiz, bu sefer mancınık kurulup düşmanın taşa tutulması hususunda mücahidlerle istişârede bulundu. Selmân-ı Farisi Hazretleri, “Ben de bunu uygun görüyorum. Çünkü biz Fars ülkesinde düşman kalelerine mancınıklar dikerdik, onlar da bize karşı mancınıklar dikerlerdi. Böylece birbirimizi yenmemiz mümkün olurdu. Mancınık kurulmadığı zamanlarda uzun müddet beklemek zorunda kalırdık” diyerek fikrini beyân etti.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu teklifi güzel karşıladı ve mancınık yapılmasını emretti. Emri derhal yerine getirildi. Daha önce orduda bulunanlarla birlikte mancınıkların sayısı üç oldu. İslâm ordusunda ayrıca iki debbâbe (sığır derisinden yapılmış kuvvetli araba) vardı.
Mücahidler bu debbâbelerin altına girerek şehir kalesine yaklaşmayı ve duvarını kazıp delmeyi denedilerse de, bunda başarılı olamadılar. Zira, düşman askerleri tarafından atılan oklar, kızgın demir parçaları ve şişler bu derileri delip ilerlemelerine mani oluyordu. Hattâ bu arada İslâm ordusu şehid de verdi.
Muhasara uzuyor ve arzu edilen netice elde edilemiyordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz bir başka tedbire başvurdu: Düşmanı, iktisadi baskı altına almak için, şehrin dışındaki Tâiflilerin ileri gelenlerine âit kaliteli ve nâdir üzümler yetiştiren bağ ve bahçelerin tahrip edilip, kesileceğini duyurdu ve kesilmesini mücahidlere emretti. Tek geçim kaynakları olan bağ ve bahçelerinin kesildiğini gören Sakifliler, telaşa kapıldılar ve Peygamberimize, “Ey Muhammed! Mallarımızı neden kesiyorsun? Bizi yenersen, ya onları alırsın. Yahud da dediğin gibi Allah’ın rızasını ve akrabalık1 hakkını gözeterek bize bırakırsın” diye seslendiler.2
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben, bağınızı, Allah rızasını ve akrabalık hakkını gözeterek yerinde bırakıyorum” dedi ve üzüm asmalarının kesilmesini menetti.3
Bu arada kahraman Sahabî Hz. Hâlid bin Velid ortaya atılarak düşmandan çarpışacak er diledi. Fakat, düşmanda bu yolda hiç bir hareket görülmedi. İçlerinden biri, Hz. Hâlid’in er dilemesine şu cevabı verdi:
“Bizden hiç kimse seninle çarpışmak üzere kaleden aşağı inmeyecektir. Biz kalemizde, oturmaya devam edeceğiz. Çünkü, yıllarca bize yetecek yiyecek stokumuz var. Eğer bu yiyecekler tükenir ve sen de o zamana kadar beklemeyi göze alırsan, o takdirde hepimiz kılıcımızı sıyırır, senin karşına çıkarız. Son nefesimize kadar seninle çarpışırız.”4
Yeni bir taktik
Kuşatma uzadıkça uzuyordu. Sakiflilerinse kaleden çıkıp göğüs göğüse çarpışmaya niyetleri yoktu. Teslim olmayı da düşünmüyorlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.) başka bir tedbire başvurdu:
“Kaleden inip yanımıza gelen ve Müslüman olan köle hürdür” diye ilân ettirdi.1
Bu ilân üzerine yirmiye yakın köle kaleden indi ve İslâm ordusuna katılıp Müslüman oldu. Peygamber Efendimizde onları azad etti. Sonra da hepsini hali vakti yerinde olan Müslümanlara teslim ederek, onlara Kur’an okutmalarını ve sünnetleri öğretmelerini emretti.
Sakifliler Müslüman olduklarında, bu kölelerin kendilerine geri verilmesini isteyecekler, Peygamberimiz ise, “Onlar, Allah’ın azâd etmiş olduğu kimselerdir. Sizlere geri veremem!” buyurarak isteklerini reddedecektir.2
Bir ara Uyeyne bin Hısn huzura çıkarak, “Yâ Resûlallah! İzin ver de gidip onlarla konuşayım. Onları İslâmiyete dâvet edeyim, olur ki Allah onlara hidâyet ihsan eder” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz izin verince, Uyeyne çıkıp Tâiflilerin yanına gitti. Peygamber Efendimize söylediklerinin tam aksine onlara, “Vallahi, Muhammed hiç bir zaman sizin gibisiyle karşılaşmadı. Kaleleriniz korunmaya müsaittir. Direnmenize devam ediniz” dedi.
Bundan sonra dönüp geldi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ey Uyeyne, onlara neler söyledin?” diye sordu.
Uyeyne hiç bozuntuya vermeden, “Onları Müslüman olmaya dâvet ettim. Muhammed, sizi teslim almadıkça, geri çekilmeyecektir. Kendiniz için ondan eman alınız dedim” diye konuştu.
Uyeyne sözlerini bitirince Peygamber Efendimiz hiddetle, “Yalan söylüyorsun! Sen onlara, şöyle şöyle söyledin” dedi ve onun söylemiş olduğu sözleri teker teker nakletti.
Kızarıp bozaran Uyeyne af diledi:
“Doğru söylüyorsun, yâ Resûlallah. Söylediklerimden dolayı Allah’tan affımı dilerim. Pişmanım. Allah’a tevbe ediyorum.”1
O sırada Hz. Ömerü’l-Faruk, “Yâ Resûlallah! Müsaade buyur da, götürüp şunun boynunu vurayım” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Hayır! Ashabımı öldürüyorum diye insanlar, hakkımda söz ederler”2 buyurdu.
Resûl-i Ekrem’in rüyâsı
Bu arada Peygamber Efendimiz bir rüyâ gördü. Rüyâsında kendilerine bir kap tereyağı ikram ediliyor, bir horoz ise gagasıyla kabı devirip içindeki yağı döküyordu.
Efendimiz rüyâsını anlatınca, Hz. Ebû Bekir, “Yâ Resûlallah! Sanırım bugünlerde Tâifliler hakkında umduğun şeye eremeyeceksin” dedi.
Peygamber Efendimiz de aynı kanaatte idi. “Buna, ben de imkân görmüyorum” buyurdu.3
Muhasaranın kaldırılması
Resûl-i Ekrem, Tâif’i fethetmenin o anda kendisine nasib olmayacağını artık anlamıştı. Bundan sonraki bekleme, vakit kaybetmekten başka bir işe yaramayacaktı.
Bu arada Ashabına şimdilik kendilerine Tâif’i fethetme izni verilmediğini duyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer gelerek, “Göç etmeye hazırlanmaları, halka duyurulacak mıdır?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Evet” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, Müslümanlara Tâif’i terk etme hazırlıklarına geçmelerini ilân etti.
Hz. Ömer, o arada bir de, “Yâ Resûlallah! Sakifler aleyhinde duâ etsen olmaz mı?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Allah, onlar aleyhinde dua etmeye de izin vermedi” buyurdu.
Sonra da, “Siz hemen göç etmeye bakınız” diye emretti.1
Fakat, mücahidlerin bir kısmı, netice almadan buradan ayrılmak istemiyordu. Hattâ, “Tâif’i fethetmeden nereye gideceğiz?” dedikleri de duyuluyordu.
Bu mücahidler gidip, Hz. Ebû Bekir’e başvurdular. Hz. Sıddık onlara, “Bu işi, Allah ve Resûlü daha iyi bilir. Emir, Resûlullaha gökten gelir” diyerek cevap verdi.
Bunun üzerine Hz. Ömerü’l-Faruk’un yanına vardılar, onunla konuştular.
Hz. Ömer ise onlara şu cevabı verdi:
“Biz, Hudeybiye hâdisesini gördük. Hudeybiye’de içime, Allah’tan başkasına malûm olmayan bir şüphe girmişti. O gün, Resûlullaha (a.s.m), hiç söylemediğim sözlere başvurdum. Az kalsın ev halkım ve malım mahvolup gidecekti.
“Resûlullahın (a.s.m.), Allah tarafından yaptığı işte bizim için hayır vardır. Halk için, Hudeybiye Sulhundan daha hayırlı bir fetih olmamıştır. Resûlullahın (a.s.m.) Peygamber olarak gönderildiği günden, Hudeybiye’de sulh şartlarının yazıldığı güne kadar, Müslüman olanlardan daha çok kimse, kılıç kullanmadan Müslüman oldular.
“Resûlullahın yaptığı işte bir hayır vardır. Ben, o Hudeybiye işinden sonra, hiç bir zaman, hiç bir iş hakkında ona dönüp itiraz edemem. Bu iş Allah’ın işidir. O, dilediğini Peygamberine vahyeder.”2
Peygamber Efendimiz, umumî kanaatın, Tâif’te bir müddet daha kalmak olduğunu fark edince, mücahidlere, “Öyle ise, yarın sabah çarpışmaya hazır olunuz” diye buyurdu.
Sabah olunca, çarpışmaya girdiler. Ancak, bu çarpışma yara almalarından başka bir işe yaramadı. Bundan öteye bir netice elde edemeyeceklerine artık kendileri de kanaat getirdiler. Peygamber Efendimiz tekrar “İnşallah yarın döneceğiz” deyince sevindiler. Hemen göç hazırlıklarına başladılar. Peygamberimiz onların bu haline tebessüm buyurdu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ordusuyla otuz gün kadar süren bir kuşatmadan sonra Tâif’ten ayrıldı.
Sakifliler mücahidleri fazlasıyla uğraştırmış, yormuş, yaralamış ve 14 kadar Müslümanı da şehid etmişlerdi. Bu sebeple ayrıldıkları sırada, Peygamber Efendimizden Sakifliler aleyhinde duâ etmesini istediler.
Fakat âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ellerini açarak, “Allah’ım! Sakiflilere doğru yolu göster! Onları bize getir!” diye duâ etti.1
Kâinatın Efendisi, öylesine engin bir merhamet duygusuna, öylesine bitmez tükenmez bir şefkat deryasına sahipti ki, en azılı düşmanlarının bile mahvolmasına gönlü razı olmuyor, bilâkis onların da İslâm ve iman nuru ile mânen hayat bulmasını istiyor ve bunu Yüce Rabbinden niyaz ediyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kuşatmayı kaldırdıktan sonra mücahidlerle birlikte Huneyn ve Evtas’ta alınan ganimetlerin muhafaza edildiği Ci’râne mevkiine dönmek üzere Tâif’ten ayrıldı.
Sürâka bin Cu’şum’un Müslüman olması
Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashabıyla Tâif’ten Ci’râne’ye doğru yol alıyordu. Bu sırada Efendimize doğru birinin yaklaşmakta olduğu fark edildi. Müslümanlar onu tanımadıklarından buna mani oldular. Hattâ art niyetli biri olabilir düşüncesiyle, “Sen nereye gidiyor, ne yapmak istiyorsun?” diyerek üzerine yürümek bile istediler.
Müslümanların kendisini Peygamber Efendimize yaklaştırmayacağını anlayınca, hicret esnasında Hz. Ebû Bekir’in kendisi için yazmış olduğu yazıyı iki parmağının arasına alarak kaldırdı, “Yâ Resûlallah! Bu, benim için yazdığın yazıdır. Ben, Sürâka bin Cu’şum’um!” dedi.
Peygamber Efendimiz onu tanıdı, “Bugün, verilen sözü yerine getirme ve iyilik yapma günüdür!” buyurduktan sonra Müslümanlara, “Onu bana yaklaştırınız” diye emretti.
Efendimizin huzuruna varan Sürâka şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Sürâka der ki:
“Resûlullaha, ‘Yâ Resûlallah! Kendi develerim için doldurduğum havuzlarımın başını yitirilmiş develer sararlar. Havuzumdan onları sulasam, bana ecir ve sevap var mıdır?’ diye sordum. Resûlullah (a.s.m.), ‘Evet, her ciğeri olanı sulamakta insana sevap vardır’ buyurdu.
“Bundan başka bir şey sormadım. Sonra kavmimin yanına vardım. Mallarımın zekâtını ayırıp Resûlullaha gönderdim.”1
Ganimet ve esirler
Yoluna devam eden Efendimiz Ci’râne mevkiine geldi.
Mücahidlerin bu çarpışmalarda elde ettikleri ganimet ve esir sayısı oldukça fazlaydı. Esir alınan kadın ve çocuk sayısı altı bini buluyordu.1
Alınan ganimet malları ise, “Yirmi dört bin deve, kırk bin davar ve dört bin ukiyye2 gümüş idi.3
Resûl-i Ekrem, Havazinlilerin gelip Müslüman olabilecekleri ihtimalini gözönünde bulundurarak, esirlerin taksimine hemen başlamadı. Bu arada, Sahabînin birini Mekke’ye göndererek, esirler için elbiseler getirtip hepsini giydirdi.4
On geceden fazla beklediği halde, Havazinlilerin gelmediğini görünce, Müslümanlar arasında bölüştürüldü.
Havazin heyetinin gelişi
Esirlerin mücahidler arasında taksim edilmesi işi henüz yeni bitmişti ki, Havazinlilerden bir heyet çıkageldi ve Peygamberimize, Müslüman olduklarını, yurtlarındaki halkın da İslâmiyeti kabul ettiklerini haber verdi.5
Havazinliler, Resûl-i Ekrem Efendimizin süt annesi Halime’nin mensup olduğu kabile idi. Yani Allah Resûlüne dadılıkta bulunmuş bir kabile idi. Bunu ileri sürerek kendilerine lütufkâr davranılmasını, mal ve esirlerin geri verilmesini istediler.
Resûl-i Ekrem onlara, “Ben, tevbe edip gelirsiniz diye, ganimet ve esirleri bölüştürmeyi uzun bir müddet tehir ettim. Fakat siz artık çok geç kalmış sayılırsınız. Esirleri, mücahidler arasında taksim etmiş bulunuyorum. Onları size tekrar iâde etmem oldukça zor bir iştir” dedi.
Bu konuşmasından sonra da onları iki şey arasında serbest bıraktı:
“İsterlerse mallarını, isterlerse kadın ve çocuklarını tercih edeceklerdi.
Havazinliler, kadın ve çocuklarını tercih ettiler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Hisseme ve Abdülmuttaliboğulları hissesine düşenleri size geri veriyorum” buyurdu.
Sonra da şu tavsiyede bulundu:
“Öğle namazını kıldırdığım zaman ayağa kalkarak, ‘Biz kadınlarımız ve çocuklarımız hususunda Allah Resûlünün Müslümanlar nezdinde, Müslümanların da Allah Resûlü nezdinde şefâatını diliyoruz’ diye konuşursunuz. Ben de hissemi bağışladığımı tekrarlar, Müslümanların da bağışlanmasını isterim.”
Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldırınca, Havazinliler yapılan tavsiye üzerine ayağa kalkarak; Hz. Resûlullah ve Müslümanlardan esirlerinin bağışlanmasını taleb ettiler.
Resûl-i Ekrem, halkın huzurunda yüksek sesle hissesine ve Abdülmuttaliboğulları hissesine düşen esirleri bağışladığını tekrarladı. Bunu duyan Muhacir ve Ensarın hepsi de kendilerine düşen esirleri bağışladılar.1
Böylece, Resûl-i Kibriyânın mübârak dillerinden dökülen bir iki cümle ile, bir anda altı bin civarındaki esir kadın ve çocuk serbest bırakıldı.
Bu hadise, hem Nebiyy-i Muhterem Efendimizin engin şefkat ve merhametini göstermek, hem de Müslümanların ona mutlak bağlılıklarını aksettirmek bakımından dikkat çekicidir.
Mâlik bin Avf’ın Müslüman olması
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Havazinlilere kadın ve çocuklarını geri verdikten sonra, “Mâlik bin Avf ne yapıyor?” diye sordu.
Havazin temsilcileri, “Kaçıp Tâif Kalesine sığındı. Şimdi, Sakiflilerin yanında bulunuyor” dediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“Ona haber veriniz ki, eğer Müslüman olur, yanıma gelirse, kendisine ev halkını ve malını geri verir, ayrıca da yüz deve ihsan ederim.”1
Heyet, haberi kendisine götürünce Mâlik, çıkıp Hz. Resûlullahın huzuruna gelerek Müslüman oldu. Resûl-i Ekrem vaad ettiği şekilde kendisine ev halkını, malını teslim etti, hem de yüz deve ihsanda bulundu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yüz deve ihsanından başka, düne kadar en şiddetli düşman olan Mâlik bin Avf’ı, kabilesinden Müslüman olanlar üzerine vâli tayin ederek taltif etti.2
İnsanları güzel davranışları, tatlı sözleri ve bol bol ihsan ve iltifatlarıyla gönülden fetheden Peygamber Efendimizin bu ihsanı karşısında Mâlik bin Avf da gönlünün fethedildiğini şöyle ifade etti.
“İnsanlar arasında Muhammed’in bir benzerini şimdiye kadar ne görmüşüm ve ne de işitmişim. Kendisinden ihsan edilmesi istenildi mi, fazlasıyla verir. İstediğin takdirde, yarın meydana gelecek olan hadiselerden de sana haber verir.”3
Bir ay kadar önce Müslümanlara karşı büyük bir ordu hazırlamış olan Mâlik bin Avf, o andan itibaren İslâmın emir ve hizmetindeydi.
Esirlerin sahiplerine iâdesinden sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz ganimetlerin taksimine başlayacaktı. O sırada bedevîlerden bir kısmı, “Yâ Resûlallah, deveden, davardan ganimetlerimizi bölüştür” diyerek, Efendimizi rahatsız ettikleri ve ridâsından çekiştirdikleri görüldü. Bedevîler o derece ileri gittiler ki, Efendimiz bir ağaca dayanmak zorunda kaldı. Bu hareket karşısında Kâinatın Efendisi şöyle buyurdu:
“Siz, Allah’ın size nasip ettiği ganimeti aranızda bölüştürmeyeceğimi mi zannediyorsunuz? Vallahi, ganimet malları Tihâmenin ağaçları sayısınca bile olsaydı, hiç bir cimrilikte ve korkaklıkta bulunmadan onları aranızda bölüştürürdüm.” Sonra da eline bir deve tüyü alıp, herkesin görebileceği şekilde parmakları arasında tutarak kaldırdı ve şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Vallahi sizin ganimetinizden beşte bir dışında, bana şu tüy kadar bile geçmiş birşey yoktur. Beşte bir pay da gerektiğinde yine sizlere harcanıyor.”1
Bundan sonra ganimet mallarını saydırdı ve herkesin hissesine düşen miktarı dağıttırdı.
Müellefe-i kulûba yapılan ihsan
Ci’râne’de bulunan İslâm ordusunda Mekke’nin fethi günü Müslüman olmuşlardan iki bin kadar yeni iman etmiş kimseler yanında, henüz İslâmla şereflenmemiş Mekke ileri gelenlerinden de bir çok kimseler vardı. Yeni iman etmişlerin imanlarının sabitleştirilmesi, imandan mahrum bulunanların ise İslâma gönüllerinin ısındırılması için Peygamberimiz bir usûle başvurdu.
Bilindiği gibi ganimetin beşte biri Peygamberimizin tasarrufundaydı. Beytülmâl namına alınan beşte birden istediği ve lüzûm gördüğü yere sarfederdi.
İşte yukarıda zikrettiğimiz sebep ve gayeye binâen yeni Müslüman olmuşları memnun etmek ve Müslümanlığa henüz pek ısınmamış Kureyş ileri gelenlerinin gönlünü İslâma ısındırmak için beşte bir ganimetten onlara fazlaca verdi.
Kureyş reisi Ebû Süfyan’a, oğlu Yezid ve Muâviye’ye yüzer deve ve kırkar ukiyye gümüş ihsanda bulundu. Böylece Ebû Süfyan ve oğulları toplam üç yüz deve ve yüz yirmi ukiyye gümüş almış oluyorlardı. Böylesine büyük bir kerem ve ihsana mazhar olan Ebû Süfyan, Efendimizin cömertlik ve ihsan severliğini şöyle dile getirdi: “Anam, babam sana fedâ olsun! Sen ne kadar cömert ve iyilik seversin. Seninle sulh yaptığımız zamanlarda sen ne güzel bir sulhçu idin. Allah seni hayırla mükâfatlandırsın.”1
Bunun yanında Resûl-i Ekrem, Kureyş ileri gelenlerinden bir kısmına iki yüz, bir kısmına yüzer, diğer bir kısmına da ellişer deve ihsan etti.2
Safvan bin Ümeyye’nin Müslüman olması
Safvan bin Ümeyye, Peygamberimiz ve Müslümanlara şiddetli düşmanlık ve muhalefette bulunanlardan biri idi. Hattâ, Mekke’nin fethi günü, görüldüğü yerde öldürülmesi emredilenler arasındaydı. Fakat, o da gönlü şefkat deryasını andıran Peygamberimize iltica edince, affa uğramıştı. Müslüman olması için de iki ay mühlet istemiş. Peygamber Efendimiz ise ona dört ay mühlet vermişti.
O da İslâm ordusuna katılmıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) Ci’râne’de ganimetleri kontrol ettiği bir sıradaydı. Gözü bir anda henüz Müslüman olmamış Safvan’a takıldı. O, deve koyunlarla dolu vâdiye gözünü dikmiş dikkatlice bakıyordu.
Bu dikkatli bakışı, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin gözünden kaçmadı ve gönlünde yatanı sezmesine kâfi geldi:
“Ebû Vehb! Vadi pek mi hoşuna gitti?” diye seslendi.
Safvan, “Evet” dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “O halde o vadi içindekilerle beraber senin olsun!” buyurdu.
Safvan, birden şaşırdı, kulaklarına âdeta inanamıyordu. Hayatında kendisinden istenen hiç bir şey için “Hayır” demeyen Kâinatın Efendisinin bu ihsanı, cömertliği ve keremi karşısında hayret içinde bir müddet bekledikten sonra, kalbinin fethedildiğini şöyle ifade etti:
“Peygamber kalbinden başka hiç bir kimsenin kalbi, bu kadar temiz, iyi ve cömert olamaz!”1
Safvan, artık kendini, İslâm nurunun, nübüvvet güneşinin cazibesini kaptırmıştı. Orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Böylece senelerin İslâm düşmanı Safvan bin Ümeyye, Müslüman olması için aldığı dört ay mühletin henüz birinci ayı bitmişken kendini Müslümanlar safında buluyordu.
Müslümanlığını salih amellerle güzelleştiren Safvan, bu ihsanın âleminde yaptığı tesiri sonradan şöyle dile getirecektir:
“Allah Resûlü, bana bu ihsanda bulununcaya kadar, insanlar arasında kendisine en çok kin beslediğim bir kimse idi. Ama bu ihsandan sonra, insanların bana en sevgilisi olmuştu.”2
Bu hadise, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, insanları tanıma ve ona göre muamelede bulunma sanatında ne derece mâhir olduğunu açıkça gösteren bir misaldir. İnsanları kazanmada, bazen bir iltifatı, bazen bir tatlı sözü, bazen bir tebessümü, gülümsemesi, bazen güzel bir hareketi ve bazen de bir ihsanı yetiyordu. Onun bu ciheti bile başlı başına bir tetkik konusu teşkil eder. Bu tetkik yapıldığı zaman görülecektir ki, Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.), dost kazanma sırrını, insanların gönlünü fethetmenin kanun ve kaidelerini tâ bin dört yüz küsur sene önce eşsiz bir şekilde sözleri, hareketleri ve davranışlarıyla ortaya koymuştur. Bir bakış, bir işâret, bir söz, bir tebessüm, bir hareket ile insanları kendine musahhar edebilmek, insanoğlunun örnek alması gereken bir peygamber hasletidir.
Peygamberimizin, Müslümanlığa henüz pek ısınmamış ve yeni Müslüman olmuş kimselerin ruh dünyasına tesir etmek üzere başvurduğu bir tatbikatın gerçek sebep ve hikmetini bilmeyen bazı Müslümanlar, rahatsızlık duydular. Onlar, bu hareketle Müslüman olmamış veya yeni Müslüman olmuşların kendilerine tercih edildiği, âdeta onlardan üstün tutulduğu düşüncesine kapılmışlardı. Ne var ki, Resûl-i Ekrem asla böyle bir düşünceyle hareket etmemişti. Nitekim, tasarrufunda hür olduğu beşte bir hisseden Müellefe-i Kulûba bol ihsanda bulunduğu sırada, huzurlarına Ashabdan Sa’d bin Ebî Vakkas çıkmış ve “Yâ Resûlallah,” demişti, “Cuayl bin Sürâka dururken, siz tutup Uyeyney bin Hısn ve benzerlerine yüzer deve verdiniz.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, şikâyetin mâhiyetini çok iyi anlamıştı. Evet, Ashabdan Cuayl, gerçekten maddî cihetten oldukça fakirdi. Ama iman cihetinden zengindi. İtirazın bu cihetten geldiğini bildiğinden, Resûl-i Ekrem, Sa’d Hazretlerine şu cevabı vermişti:
“Vallahi, Uyeyne ve Akra’ gibilerle yeryüzü dolsa, Cuayl yine onların hepsinden hayırlı ve daha faziletli olur. Ancak ben, onları İslâma, imana ısındırmak için bu tarz hareket ediyorum.
“Cuayl’ı, tereddütsüz bağlı bulunduğu Müslümanlığına ve âhirette kendisi için hazırlanmış bulunan mükâfatlarına havale ediyorum!”1
Peygamber Efendimizi asıl üzen, Medineli Müslümanların bazılarından duyduğu sözlerdi. O Ensar ki, Kâinatın Efendisi kendilerine olan bağlılık ve sevgisini, “Benim hayatım sizin hayatınızladır. Ölümüm de sizin ölümünüzledir” diyerek dile getirmişti.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, daha düne kadar İslâma ve Müslümanlara bütün şiddetiyle düşman olan, din uğrunda en küçük bir fedakârlıkta bulunmayan, bu yolda hiç bir zahmet ve meşakkat çekmemiş olan kimselere bolca ihsanda bulunuyordu. Ashabı düşündüren buydu. Nebiyy-i Muhterem Efendimizin bu davranışının gerçek hikmetini anlayamadıklarından dolayı da üzülüyorlar ve bu üzüntülerini tavırlarıyla belli ediyorlardı. Hattâ bazıları hoşa gitmeyecek sözler de sarf ediyordu.2
Ensardan bazı kimselerin duyduğu bu üzüntü ve kırgınlığı Resûl-i Ekrem Efendimize, Sa’d bin Ubâde Hazretleri ulaştırdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Ensarı bir araya toplayarak onlara, “Ey Ensar topluluğu! Söylememeniz gereken bazı nâhoş sözleri söylediğinizi işittim. Sizler şöyle şöyle demişsiniz” diye hitap etti.
Bu hitap karşısında Ensardan bazıları özür beyan ettiler:
“Yâ Resûlallah,” dediler, “bunları biz değil, birtakım gençlerimiz söylemişlerdir.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, buna rağmen sözlerine şöyle devam etti:
“Ey Ensar! Sizler yollarınızı şaşırmış kimseler iken ben yanınıza gelmedim mi? Allah benim vasıtamla sizlere hidâyet ihsan etmedi mi? Sizler fakir ve yoksul iken, Allah vasıtamla sizi zengin kılmadı mı? Sizler birbirinize düşmanlar idiniz. Allah benim vasıtamla kalblerinizi ısındırıp birleştirmedi mi?”
Ensar cemaatı, “Evet, yâ Resûlallah,” dediler, “sen bizi karanlıklar içinde buldun. Senin sayende aydınlığa, nura kavuştuk. Sen, bizi bir ateş çukurunun başında buldun. Senin sayende ondan kurtulduk. Sen bizi dalâlet ve şaşkınlık içinde buldun. Senin sayende doğru yola kavuştuk.
“Bizler, Allah’ı Rab, İslâmiyeti din, Muhammed’i de (a.s.m.) peygamber olarak kabul etmiş bulunuyoruz. Allah ve Resûlünün üzerimizdeki minnet ve nimetleri her şeyden üstündür. Allah ve Resûlüne minnettarız. Yâ Resûlallah, sen dilediğini yap!”1
Buna rağmen, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz sözlerine son vermedi. Gönüllerinde en küçük bir endişenin, en ufak bir kırgınlığın kalmasını istemiyordu. Sözlerine şöyle devam etti:
“Ey Ensar cemaati! Siz isteseydiniz şöyle diyebilirdiniz ve muhakkak doğruyu söylemiş olurdunuz:
“Sen bize yalanlanmış olduğun halde geldin. Biz, seni doğruladık. Sen, bize terk edilmiş olarak gelmiştin. Biz, senden hiç bir yardımı esirgemedik. Sen, yurdundan kovulmuştun. Biz seni aramızda barındırdık. Sen, bize yoksul olarak gelmiştin. Biz, sana kendi nefsimiz gibi baktık. Evet, böyle deseydiniz, muhakkak ben de sizi bu hususta tasdik ederdim.”
Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz asıl söylemek istediğini şu veciz ve müessir cümlelerle ifade etti:
“Ey Ensar cemaati! Bazı insanlar elde ettikleri dünyalıklar, develer, koyunlar ile çıkıp giderlerken, sizler Allah Resûlü ile beraber yurdunuza dönmeye razı değil misiniz?”
Medineli Müslümanlar bu soruya hep bir ağızdan haykırarak, “Evet, yâ Resûlallah! Biz, buna razıyız” cevabını verdiler.
Bu cevap üzerine Peygamber Efendimiz, mânâ âlemlerini bir anda değiştiren hitabesini şöyle bağladı:
“Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer hicret fazileti olmasaydı, Ensardan bir ferd olmayı arzu ederdim.
“Allah’ım! Ensarın oğullarına, onların da oğullarının oğullarına acı ve merhamet et!”1
Fahr-i Kâinat Efendimizin bu samimi, bu muhabbet ve sevgi dolu sözleri karşısında, Medineli Müslümanlar kendilerini tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağladılar. Öyle ki, gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslattı.
Artık kesin kararlarını vermişlerdi. “Biz, ganimet payı olarak Resûlullaha razıyız! Başka hiç bir şey verilmezse bile” dediler.
Bu eşsiz bir ganimet hissesiydi.
Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlüne işte böylesine müstesna bir ikna kabiliyeti ihsan etmişti. Bir taraftan en şiddetli düşmanlarını ruhlara tesir eden sözleriyle İslâmın sinesine celb ederken, diğer taraftan dostların kendisine karşı duydukları kırgınlıkları da bir çırpıda bir tek hitabesiyle giderebiliyordu.
Ci’râne’den Mekke’ye
Zilkâde ayının bitmesine on iki gün kalmıştı. Peygamberimiz, Ci’râne’de bulunduğu zaman zarfında içinde namazlarını edâ ettiği mescide giderek orada namaz kıldı, duada bulundu, sonra da umre için ihrama girdi. Daha sonra Cir‘âne’den ayrılarak Ashab-ı Kiramla gece Mekke’ye girdi. Yol boyunca telbiye getiren Efendimiz Beytullahı görünce telbiyeyi kesti.
Sabahleyin Ashabıyla birlikte Kâbe-i Muazzamayı tavaf etti. Sonra da Safâ ve Merve arasında sa’y yaptı. Sa’yın yedinci devresinde Merve yanında başını tıraş ettirdi.
Bu umrede Efendimiz kurban kesmedi.1
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, artık Medine’ye dönmek niyetindeydi.
Bunun için, daha önce Mekke vâliliğine tâyin ettiği Attab bin Esîd’e aynı vazifeyi tekrar verdi. Muaz bin Cebel Hazretlerini de İslâmı anlatmak ve Kur’an öğretmek üzere orada bıraktı.2
Bundan sonra Mekke-i Mükerremeden yola çıktı. Zilkâde ayının bitmesine bir kaç gece kala Medine-i Münevvereye kavuştu.3
* * *
Umman Hükümdarı ve Kardeşlerinin İslâma Davet Edilişi
Hicretin 8. senesi, Zilkâde ayı. Peygamber Efendimiz, Mekke’nin fethi ve Huneyn muzafferiyetinin verdiği sevinç ve huzur içinde Ashabıyla Medine’ye dönmüştü. Şirkin beli kırılmış, kabileler dalga dalga İslâm nuruna koşmuşlardı. Müslümanlara âdeta yeni bir kan, yeni bir heyecan ve cihad ruhu gelmişti. Arabistan’ın hemen hemen her tarafında İslâmın şerefli bayrağının dalgalanmaya başlaması, onlara huzur ve saadet veriyordu.
Bununla birlikte, kendilerine henüz İslâm dâveti ulaşmamış hükmüdarlar da vardı. Resûl-i Ekrem bu maksatla Medine’ye döner dönmez, Amr bin Âs Hazretlerini Uman’a gönderdi. Vazifesi, hükümdar Ceyfer ile kardeşi Abd’e kendisine verilen mektubu teslim etmek ve kendilerini İslâma dâvette bulunmaktı.1
Uman, Yemen-Hind Denizi sahilinde, Basra Körfezinin darlaştığı yerdeki büyük şehirlerden biri idi. Hurma bahçeleri ve ekinleriyle meşhur olan bu şehirde o zaman Ezdîler hakîm durumda bulunuyorlardı. Bunlar yanında başka ırktan halk da vardı.
Amr bin Âs Hazretleri emir gereği Uman’a vardı ve mektubu hükümdar ve kardeşine teslim etti. Açılan mektupta Hz. Resûlullahın kendilerine şöyle hitap ettiğini gördüler:
“Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın Resûlü Muhammed bin Abdullah’tan Cülendâ’nın oğulları Cevfer ve Abd’e. Hidâyete uyanlara, doğru yolu tutmuş olanlara selâm olsun.
“Bundan sonra derim ki; ben her ikinizi İslâma dâvet ediyorum! Müslüman olun ki, selâmete eresiniz! Ben sağ olanları âhiret azabıyla korkutmak, kâfirler hakkında da Allah’ın hükümlerini tatbik etmek için Allah’ın bütün insanlara gönderdiği Resûlüyüm.
“Eğer, İslâmı kabul ederseniz, hükümdarlığınız size bağlı kalacaktır. Eğer Müslüman olmaktan uzak durursanız, şüphesiz hükümdarlığınız elinizden çıkacak, süvariler, topraklarınızı çiğneyecek ve peygamberliğim sizin mülk ve saltanatınızı mağlup edecektir!”1
Ceyfer ile kardeşi Abd önce Müslüman olmamak hususunda tereddüt geçirdiler. Bir müddet sonra da bu tereddütlerinden kurtularak, İslâmiyetle şereflendiler ve Peygamber Efendimizin Risâletini tasdik ettiler. Bununla da kalmayan Cülendâoğulları, halkı da Müslüman olmaya çağırdılar. Bu dâveti duyan halk da seve seve Müslüman olmayı kabul etti.2
Bunun üzerine, Peygamber Efendimizin emir ve tavsiyeleri gereğince Amr bin Âs Hazretleri buranın idarî işlerini üzerine aldı. Amr (r.a.), Müslüman zenginlerden zekât ve sadaka toplayacak, onları fakirlerine dağıtacaktı. Ayrıca mecusîlerden cizye alacak, Müslümanlar arasındaki davaları da halledecekti.3
Peygamber Efendimizin vefâtına kadar, Hz. Amr bu işleri yürütmek üzere Uman’da kaldı.4
* * *
Bahreyn Hükümdarının Müslüman Oluşu
Hicretin 8. senesi, Zilkâde ayı sonları. Peygamber Efendimiz, İslâma dâvet etmek üzere, Alâ bin Hadramî’yi bir mektupla Bahreyn hükümdarı Münzir bin Sâva’ya gönderdi. Alâ bin Hadremî ile birlikte Hz. Ebû Hüreyre de bulunuyordu.1
Bahreyn, Hindistan’la Basra ve Uman arasında bulunan deniz sahilindeki memleketlerin hepsine verilen addır. Halkının bir kısmı mecusî, bir kısmı Yahudi, diğer bir kısmı ise Hıristiyandı.
Alâ bin Hadremî, Münzir bin Sâva’nın yanına vararak Peygamber Efendimizin mektubunu teslim etti. Mektupta şunlar yazılı idi:
“Bismillahirrahmanirrahim. Hidâyete uyanlara selâm olsun! Ben, seni İslâma dâvet ederim! Müslüman ol, selâmete er! Allah, iki elinin altında bulunanı [hükümdarlığını] yine sende bırakır.
“Şunu da bilmiş ol ki; benim dinim develerin ve atların gidebilecekleri yerlere kadar uzanacak, hâkim olacaktır.”2
Alâ bin Hadremî ile aralarında geçen kısa bir konuşmadan sonra Münzir bin Sâva, mecusî din Başkanı Sibuht ile birlikte Müslüman oldu.3 Böylece Münzir, dünya saltanatı yanında uhrevî saltanatı da temin edecek imanı elde ediyordu.
Hükümdar ve dini reisle birlikte halktan bir çok kimse de İslâmla şereflendi.
Hükümdar Münzir, Peygamber Efendimize bir mektup gönderdi. Müslüman olduğunu, peygamberliğini de tasdik ettiğini bildirdikten sonra, Müslüman olmayanlar ve ülkesinde bulunan mecusîlerle Yahudiler hakkında nasıl davranması gerektiğini soruyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Münzir’in bu mektubuna şu cevabı verdi:
“Bismillahirrahmanirrahim. Muhammed Resûlullahtan, Münzir bin Sâva’ya!
“Allah’ın selamı üzerine olsun! Ben, sana olan hidâyet nimetinden dolayı kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a hamdederim.
“Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in de Allah’ın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederim! Mektubunu aldım. Okuyup içindekileri dinledim.
“Sana, Yüce Allah’ı ve Onun emir ve yasaklarına göre hareket etmeni hatırlatırım. Muhakkak ki, nasihat eden kimse, onunla kendisi de nasihat almış, sevabından istifade etmiş olur. Elçilerime itaat eden ve onların emirlerine riâyet eden kimse, bana itaat etmiş sayılır. Onları öğütleyen, dinleyen, beni dinlemiş olur.
“Elçilerim, seni bana övdüler ve hayırla andılar. Senin kavmin hakkındaki şefâat ve iltimasını kabul ettim. Onlardan Müslüman olanları, Müslüman oldukları şeylere göre bırak.
“Günahkâr olanların, geçmişteki suçlarını geç. Onları geçmişte işlediklerinden mes’ul tutma! Şunu bilmiş ol ki; sen iyi davrandıkça, işinden seni uzaklaştırmayız, vekilimiz olarak orada kalırsın! Yahudilik ve mecusîliklerinde devam etmek isteyenlere gelince, onları cizyeye bağlarsın.
“Selâm ve Allah’ın rahmeti üzerine olsun.”1
Peygamber Efendimizin, muhtelif tarihlerde Münzir bin Sâva’ya bir kaç mektup daha gönderdiği ve Münzir’in ise bunlara cevap verdiğini de burada kaydedelim.1
Resûl-i Ekrem Efendimizin emri gereğince, Alâ bin Hadremî burada kaldı ve Müslüman olanlarından öşür, müşrik olanlarından ise cizye almakta devam etti.
Yine Hicretin bu sekizinci yılında etraf kabilelerden bir çok heyetler Medine’ye gelerek Müslüman olduklarını Hz. Resûlullahın huzurlarında açıkladılar.2
* * *
Hz. İbrahim’in Dünyaya Gelişi
Hicretin 8. senesi, Zilhicce ayı. Bu tarihte Peygamber Efendimizin oğlu İbrahim dünyaya geldi. Hz. Mâriye’den olan Hz. İbrahim, Peygamber Efendimizin en son evlâdı idi.1
Medine’nin yukarı tarafında, Avâli diye anılan kısmında annesine tahsis edilen bir hurma bahçesindeki evinde hayata gözlerini açan Hz. İbrahim’in doğum müjdesini Peygamberimize, oğluna ebelik vazifesini yapan Selmâ Hatunun kocası Ebû Rafi getirdi. Bu mes’ud hadisenin müjdesinden fazlasıyla memnun olan Peygamberimiz, Ebû Rafi’e bir köle bağışladı.2
Nur topu yavrusunun doğumunun yedinci günü bir kurban kestiren Resûl-i Ekrem, aynı gün oğluna ismini de verdi ve bu ismi şöyle açıkladı:
“Ona, ceddim İbrahim’in ismini koydum!”3
Emzikli Ensar kadınları Hz. Resûlullahın evlâdını emzirme bahtiyarlığına ermek için âdeta birbirleriyle yarış eder gibiydiler. Sonunda Resûl-i Ekrem Efendimiz nur topu evlâdını Ümmü Bürde Havle bint-i Münzir’e emzirmek üzere teslim etti.4 Bu vazifeyi üzerine almasından dolayı da Ümmü Bürde Havle’ye bir hurmalık tahsis etti. Hz. İbrahim vefâtına kadar sütannesi Ümmü Bürde Havle’nin yanında kaldı.
Peygamber Efendimiz, mübarek evlâdı Hz. İbrahim’i sık sık ziyârete gider, şefkat ve merhametini izhar ederek, başını okşar, bağrına basardı.
Peygamber Efendimizin hizmetkârı Enes bin Mâlik (r.a.), ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:
“Ben, ev halkına Resûl-i Ekremden (a.s.m.), daha şefkatli, daha merhametli davranan bir kimse hayatımda görmedim.
“İbrahim, Medine’nin Avâli kısmında sütannesinin yanında bulunurken, Peygamberimiz onu görmeye gider, biz de beraberinde bulunurduk. İbrahim’in sütbabası [Ebû Seyf Bera’ bin Evs] demirci idi. Evinin her tarafı dumanlanmışken, Resûlullah içeri girer, oğlunu alır, öper, sonra dönerdi.
“Yine bir gün Resûlullah onu görmek için yola çıkmıştı. Ben de kendisini takib ediyordum. Evine vardığımızda Ebû Seyf körüğüne asılıp duruyordu. Evin içi dumana bürünmüştü. Hemen önden koştum, ona ‘Körüğünü durdur! Resûlullah (a.s.m.) geldi’ dedim. O da körüğünü durdurdu.
“Resûlullah çocuğunu getirtti, bağrına bastı. Ona bazı sözler söyledi, onunla konuştu.”1
* * *
Şair Kâ'b bin Züheyr’in Müslüman Olması
Kâ’b bin Züheyr, büyük bir şâirdi. Babası Züheyr, sayılı Arap edip ve şâirleri arasında yer alırdı. İki oğlu Kâ’b ile Büceyr’i de kendisi gibi edip ve şâir yetiştirmişti.
Şâir Züheyr bin Ebî Sülmâ, ehl-i kitap kimselerin sohbetine devam ederken, âhirzamanda bir peygamberin geleceğini onlardan işitmişti.
Bir gece rüyâsında gökten bir ip uzatıldığını, ipe tutunmak için elini uzattığı halde, onu tutamadığını görmüştü. Bu rüyâsını, ahirzamanda gelecek olan peygambere kendisinin yetişemeyeceğine yormuştu.
Bu sebeple vefâtından önce oğullarına, “Gelecek olan peygambere iman ediniz!” diye vasiyette bulunmuştu.1
Kur’an’ın fesahat ve belagatı karşısında gözleri kamaşan bir çok kuvvetli edip, şâir ve hatip, İslâmiyetle müşerref olmuştu. Bununla beraber, şirkte direnen, Peygamberimizle Müslümanlara karşı besledikleri kin ve düşmanlığı şiir ve hitabeleriyle dile getirmekten geri durmayanlar da vardı.
Kâ’b bin Züheyr bunlardan biri idi. Babasının ölümü üzerine, şöhretine kendisi vâris olmuştu. Kardeşi Büceyr, Resûl-i Ekrem safında yer almışken, Kâ’b bir türlü şirkten vazgeçmiyordu. Zaman zaman yazdığı şiirleriyle Efendimizi ve Müslümanları hicvederek, onları üzüyordu.
Bir gün yine kardeşi Büceyr’e Müslüman olmasından dolayı duyduğu kin ve kızgınlıkla inkâr saçan bir şiir yazıp göndermişti. Büceyr (r.a.), şiiri Peygamber Efendimize okuyunca, son derece müteessir oldular. Kâ’b’ın şiirleriyle Müslümanlara hakareti artık tahammül sınırını aşmıştı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Ashabına şu emri verdi:
“Kim Kâ’b bin Züheyr’e rasgelirse, onu öldürsün! Kanı şu andan itibaren mübah kılınmıştır.”1
Bu müsaadenin verilmesinden sonra, Kâ’b’ın uğrayacağı âkıbet şüphesiz dehşetli olacaktı. Bunu düşünen kardeşi Büceyr, son bir defa kendisini ikaz edip nasihatta bulunmak üzere bir mektup yazdı. Bundan kurtulabilmenin tek çaresinin de ancak, Hz. Resûlullaha gelip af dilemek olduğunu bildirdi.2
Mektubu alan Kâ’b, yerinde duramaz bir hale gelmişti. Âdeta kocaman yeryüzü kendisine dar gelmeye başlamıştı. Her an son nefesini verecekmiş gibi ecel teri döküyordu. Aleyhinde verilen bu karar üzerine, kurtulamayacağını anlamıştı. İki şeyden birini tercih etmek zorundaydı: Ya şirkte devam edecek ve ele geçmemek için köşe bucak kaçacaktı, veyahut Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak sadakât elini uzatıp, o âna kadar yaptıklarından pişmanlık duyduğunu itiraf edecek ve af dileyecekti.
Ka’b akıllı davranıp ikinci yolu tercih etti. Zaten kardeşinden mektup gelir gelmez de, iç âlemini bir pişmanlık duygusu kaplamıştı.
Uzun mesafeyi kısa zamanda katedip Medine’ye gelen Ka’b, Resûl-i Ekremin huzuruna çıktı. Peygamberimiz, onu şahsen tanımıyordu. Kâ’b, bu durumu akıllıca kullandı. Peygamber Efendimizin, huzurunda diz çöküp mübârek elini tuttuktan sonra zekice şöyle bir teklifte bulundu:
“Kâ’b bin Züheyr, tevbe etmiş ve Müslüman olarak huzur-u saadetinize gelmek istiyor. Ben, onu size getirsem, ona emân verir, tevbesini ve Müslümanlığını kabul eder misiniz?”
Kâ’b, şiirleriyle Müslümanları üzmekten vazgeçer ve bundan pişmanlık duyup Müslüman olursa artık Resûl-i Kibriyâ ile arasında bir mesele kalmamış demekti. Nitekim, Resûl-i Ekrem bu teklife, “Evet” cevabı vererek bu kanâatını izhar buyurdu.
Bu cevap üzerine, Ka’b’ın mânâ âlemi birden bire parladı ve elini Hz. Resûlullahın elinden ayırmadan şehâdet getirdi:
“Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur! Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed Allah’ın Resûlüdür.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ve etrafında bulunan Sahabîler bir anlık bir hayrete kapıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Sen kimsin?” diye sordu.
Kâ’b, “Ben, Kâ’b bin Züheyr’im Yâ Resûlallah” diye cevap verdi.
O sırada Ashabdan biri ortaya atıldı. “Yâ Resûlallah! İzin ver de şu Allah düşmanının boynunu vurayım” dedi.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Bırak onu! O, şu âna kadar içinde bulunduğu durumdan pişmanlık duymuş ve Hakka dönmüş olarak gelmiştir”1 buyurdu.
Gönül ülkesi İslâmın manevî kılıcı ile fethedilen Ka’b hemen o anda Arap edebiyatında şaheser parçalar arasında yer alan “Banet Süâdü” isimli kasidesini Hz. Resûlullaha sundu.
“Suad’ın ayrılığın yetmiyormuş gibi, iki taraf arasında söz taşıyanlar bana; ‘Ey Ebû Sülmâ’nın oğlu! Sen, artık kendini ölmüş bil’ dediler.
“Kendilerine güvenip de başvurduğum her dost ise bana; ‘Seni oyalayıp teselli edemem, başının çaresine bak’ dedi.
“Ben de, ‘Çekilin yolumdan’ dedim. Rahman’ın takdir ettiği her şey elbette olacaktır.
“İnsanoğlunun mes’ud hayatı ne kadar uzun olursan olsun, mutlaka bir gün bir tabutta taşınacaktır.
“Resûlullahın beni öldüreceğini haber aldım.
“Resûlullahın yanında bağışlanmak en çok umulan şeydir.
“Özür beyân ederek Allah Elçisinin yanına geldim.
“Resûlullahın katında özür daima kabule şayandır.
“Merhamet ve teenni ile muâmele et bana!
“İçinde bir çok nasihat ve hükümler bulunan Kur’an hediyesini sana ihsan eden Allah, hidâyetini arttırsın!
“Rakiplerimin dedikodusuyla beni muâheze etme!
“Hakkımda bir çok dedikodular yapılmışsa da, ben pek o kadar suçlu değilimdir.
“Ben şimdi öyle bir makamda bulunuyorum ki, burada gördüğüm ve işittiğim şeyleri bir fil görüp işitseydi, muhakkak titrerdi.
“Burada, beni ancak Allah’ın izniyle Peygamberin affına nâil olmak kurtarabilir.
“Ben, Yüce Peygambere karşı hiçbir itirazda bulunmadan sağ elimi, onun adâletli eline uzatıyorum.
“Şimdi, söz onun sözüdür!
“Şüphe yok ki, Resûlullah doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok etmek için Allah’ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlarından bir kılıçtır…”1
Ka’b, Resûl-i Ekrem ve Müslümanların kahramanlık ve yiğitliklerinden bahsederek kasidesine devam ediyordu.
Kaside içinde bir beyt var ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ondan son derece memnun olmuştu. O “Tâc Beyit” şuydu:
“Şüphe yok ki, Resûlullah doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok etmek için Allah’ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlardan bir kılıçtır.”
Bu beyti duyan Hz. Resûlullah, o anda üzerinde bulunan mübarek bürdesini [hırkasını] çıkarıp bu büyük şâire hediye ederek memnuniyeti yanında tebrik ve takdirlerini de izhar etti.
Bundan sonra “Banet Süâdü” adlı kaside “Kaside-i Bürde” olarak anılmaya başlandı.
Ka’b bin Züheyr, Hz. Resûlullahın bu hediyesi ile her zaman, her yerde iftihâr ederdi. Ömrünün sonuna kadar onu yanında muhafaza etti.
Bir seferinde Hz. Muâviye, on bin dirhem vererek onu almak istemişti.
Ka’b, “Resûlullahın hırkasını giymek hususunda kimseyi nefsime tercih etmem”1 diye cevap vermişti.
Fakat Hz. Muaviye, Ka’b’ın vefâtından sonra bu arzusuna nâil oldu. Mirasçılarına yirmi bin dirhem göndererek, Hz. Resûlullahın bu mübarek Hırka-i Saadetlerini kendilerinden aldı.2
Daha sonra bu mübârek hırka Emevilerden Abbasilere, onlardan da Yavuz Sultan Selim eliyle Osmanlılara geçti.3
Bugün, Hz. Resûlullahın bu mübarek hırkası “Mukaddes Emânetler” arasında Topkapı Sarayının “Hırka-i Saadet” dairesinde muhafaza altında bulunmaktadır.4
“Hırka-i Saadet; 1,24 metre boyunda geniş kollu olup siyah yünlü kumaştan yapılmıştır.
“İçi, kaba dokunmuş krem renk yünlü kumaş kaplıdır.
“Önünde, sağ tarafında 0,23 x 0,30 ebâdında bir parçası noksandır. Sağ kolunda da eksiklik vardır. Yer yer haraptır.
“Hırka-i Saadet, müteaddit bohçalara sarılmış olduğu halde (0,57 x 0,45 x 0,21) ebâdında üstten açılır çifte kapaklı altın bir çekmece içindedir.1 Bunun üzerinde, Sultan Aziz tarafından yaptırıldığı ve şefaat talebini havi uzunca bir kitabe de bulunmaktadır.
“Bu çekmece ayrıca bohçalar içinde olarak büyük bir altın sandukaya konulur. Bu da Sultan Aziz tarafından yaptırılmış olup üzerinde ‘Lâ ilâhe illallah. Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemin. Lâ ilâhe illallah el-Melikü’l-Hakkü’l-Mübîn-Muhammedün Resûlullah Sadıku’l-Va’di’l-Emîn’ yazılıdır.
“Dört ayaklı kâidesi de altın kaplamalıdır.”2
Topkapı Sarayı Müzesi sabık müdürü Tahsin Öz, daha sonra kitabında şu satırlara yer verir:
“Saltanat devrinde, hükümdar, Ramazan’ın on beşinci günü, Topkapı Sarayına gelir. Hırka-i Saadet, merasim-i mahsusa ile açılır ve başucunda bizzat hükümdar bulunduğu halde devlet ricali ve saray memurları tarafından ziyaret olunur ve destimaller hediye olunurdu. Bilâhare saray kadınları da ziyâret ederlerdi.
“Hırka-i Saadetin başmuhafızı hükümdar olup, onun gaybubetinde bu vazife Tülbent Ağasına âittir. Hırka-i Saadet hademe teşkilâtı, Topkapı Sarayı müze haline intikal edinceye kadar (3 Nisan 1924) aynı gelenek ile devam etmiştir.”3
* * *
Hicretin Sekizinci Senesinin Diğer Mühim Hâdiseleri
Uyeyne bin Hısn’ın Müslüman olması
Uyeyne bin Hısn, Gatafanların reisi idi. İslâm nûrunun gün geçtikçe etrafa parlak bir surette yayılması onu da düşündürüyordu. Bir gün hatırı sayılır birinden şunları dinlemişti:
“Ey Uyeyne! Sen bu dar görüşlülükten hâlâ vazgeçmeyecek misin? Muhammed, memleketler fethedip duruyor, sen ise hâlà başka şeylerle meşgulsün.
“Benî Nadirlerin, Hendek günü Benî Kurayzaların, ondan önce de Benî Kaynukaların, nihâyet Hayberlilerin işlerini sen de gördün. Halbuki, bunların hepsi de, Hicaz Yahudilerinin ileri gelenleri ve kuvvetlileri idiler.”
Uyeyne adamı tasdik etti:
“Evet! Bütün bunlar, aynen oldu.”
Nihayet, Hicretin sekizinci senesinde, Mekke’nin fethinden az önce Medine’ye gelerek Müslüman oldu.1
Benî Süleymlerin Müslüman olması
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’yi fethe gittiği zaman sıradaydı. Kudeyd mevkiinde Süleymoğullarından 900-1000 kadar kişi gelip Peygamber Efendimizle buluştular ve orada Müslüman oldular. Mekke’nin fethinde, Huneyn ve Tâif savaşlarında İslâm ordusunda bulundular.2
İlk kısas hükmü
Tâif Seferi esnasında idi. Peygamber Efendimize Benî Leyslerden bir adam getirildi. Bu adam, Huzeyllerden birini haksız yere öldürmüştü.
İki taraf Peygamber Efendimizin (a.s.m.) huzurunda iddialarını sıralayıp savunmalarını yaptılar.
Sonunda Peygamber Efendimiz (a.s.m.), öldürülen adama karşılık, katilin de öldürülmesine hüküm verdi. Hüküm infaz edildi.
Bu, İslâmda kısas ile neticelenen ilk kan dâvâsı idi.1
Kaynak: Salih Suruç'un "Peygamberimizin Hayatı" isimli kitaptan alınmıştır.