Bir yudum suya hasret...
Ağabeyimle ziyaretine gittik...
Bizi görünce sonbahar güneşinin bulutlardan sıyrılması gibi bir tebessüm yayıldı yüzüne. Alnındaki kırışıklıklar, suya atılan taşın çevreye yaydığı dalgalar gibi geri çekildi... Gözleri parladı...
Bütün ağrıları dinmişti sanki...
Kalkmaya yeltendi, gücü yetmedi...
Eğilip elini ve yanaklarını öptüm...
Tanıdık bir yüze hasret kaldığı bu uzak şehirde, bizi görmek, sönmeye yüz tutmuş yaşam ocağını tutuşturmuştu.
O bizim için kutsal bir emanetti...
Yaşlı ve yorgun bedeniyle yoksulluğun, saflığın, tevekkülün ve sabrın anıtı gibi duruyordu.
Kızının evinde kalıyordu, iyi bakılıyordu, bir dediği iki edilmiyordu ama onun istediği başkaydı...
Son yolculuğuna hazırlandığı günlerinde, hatıralarını paylaştığı dostlar onun için taze bir soluktu... İçindeki hayat çağlayanı bir başka coşuyordu o zaman...
Dizinin dibinde oturmuş elini avucumun içinde tutarken bunları düşündüm...
İşte gidiyordu Hüseyin dayı...
Herkes için küçük ama onun için çok büyük olan dünyasına veda zamanıydı...
Son yolculuğa çıkmadan evvel ne kadar çok eski dosta el sallarsa o kadar yakınımızda kalacakmış gibi...
Ömründe en büyük isteği hacca gitmekti...
Defalarca niyetlenmesine rağmen o ulvi huzura varamadı...
Büyüklerin, "Niyet eder de gidemezsen hac yapmış sayılırsın" şeklindeki telkinleri ve bizim, "İsminin başına hacı sıfatı" ilave edilmiş hitaplarımız yüreğini biraz serinletirdi...
Ya da biz öyle zannederdik...
Dini bilgisi çok az olsa da, inançlarını her şeyin önüne koyan saf bir müslümandı...
Bu uğurda ailesine, çocuklarına büyük acılar yaşatmıştı belki ama içi başka dışı başka olmamıştı... Çünkü hiç bir güç, dinin cevaz vermediği şeyi yaptıramazdı ona...
Mahallenin dışındaki evinde inzivaya çekilmiş derviş gibi yaşardı...
Soğuk kış gecelerinde hemen hiç dışarı çıkmazdı... Aksatmadığı cuma namazları için camiye geldiğinde de büyüklerle kafası uyuşmadığı için en iyi dostları küçüklerdi...
En coşkulu sohbetlerini en sulu şakalarını bizimle yapardı...
Çok fazla ortak paydamız olmasa da onu kendimize yakın bulurduk...
Belki de çocukça saflığıydı bizi yakınlaştıran...
Kandillerin titrek ışıklarıyla aydınlanan uzun kış geceleri en güvenli sığınağımızdı...
Bir metreyi bulan kara gömülü evlerimizde oturmak, coşkulu çocuk ruhlarımız için mapus damına düşmekten farksızdı..
Hüseyin dayının yanına kaçmak özgürlüğe kavuşmaktı...
İki katlı ahşap bir evi vardı... Ahır olarak tasarlanan alt katında çoğu zaman hiç bir canlı olmazdı... Bahçesinden topladığı sapı samanı stoklardı oraya... Şansı olur da kış ağır geçerse hayvanlarının yiyeceği biten mahalleli onun kapısını çalardı.
Ellerini ovuşturarak ve malını ne kadar kaliteli olduğunu anlatarak çıkardı karşılarına...
Zor durumdaki birinin ihtiyacını gördüğü ve insanlar kapısına geldiği için önemli hissederdi kendini... Üstelik malını da istediği fiyata satma şansı olurdu..
Ama onun için küçük paralar bile büyüktü zahir...
İkinci kata merdivene dönüştürülmüş bir tahta kalastan çıkılırdı...
Ne oraya doğru dürüst bir merdiven yapacak becerisi vardı, ne de ona böyle bir iyilik yapacak hayırsever çıkardı...
Buradan çıkılan evinin ikinci katında 2 oda bulunurdu. O hep yarısı yamaçtaki toprağa gömülü yukarı bölümde yaşardı... Taşları kurum bağlamış şöminede gürgen, meşe ya da pelit kütükleri sürekli çatılı dururdu...
Taş duvara soktuğu teneke levhanın üzerine koyduğu idare lambasını çoğunlukla yakmazdı... Ocağın ateşi hem aydınlatma hem de ısıtma işini görürdü... Kendisi sağ köşeye koyduğu ağır pamuk bir minder üzerinde bağdaş kurardı. Ocağın önündeki koyun postlarının üzerine sıralanan biz çocuklar da dışarıdan bakanlara, "Yağ satarım bal satarım" oynuyormuş izlenimi verirdik...
Genelde ailemizle ilgili sorular sorardı bize...
Laf oyunları içeren sulu şakalarını yutturduğu zaman keyfi katlanırdı...
Şarkı söylemeyi severdi...
Ama bildiği şarkılar 3-5'i geçmezdi...
"Neden baktın bana öyle....
Derdin nedir durma söyle" şarkısının sadece bu dizelerini okurdu... İkinci nakaratı çoğu zaman, "Çapkın mısın durma söyle" şeklinde değiştirirdi...
Onun bize yabancı olan anılarını dinlerken bir sinema perdesine bakar gibi eğlenirdik..
En çok askerlik hatıralarını anlatırken gururlanırdı...
2. Dünya Savaşı yıllarına rastlayan dönemde 4 yıla yakın askerlik yapmıştı...
O zamanlar askerde en önemli iş, "Katırcılıktı" derdi...
Kendisine de askerde bakması için katır emanet edilmişti..
Bu hayvanların hep huysuzluk yaptıklarını ama güçlü ve dayanıklı oldukları için hem askerlerden hem de atlardan daha itibarlı olduklarını anlatırdı...
İşin ciddiyetini kavramamız için de sürekli tekrarladığı bir hikayesi vardı...
Çifte atarak askeri öldüren katırın cezalandırılması gündeme gelince komutanı, "Bir top mermisini 6 asker ancak taşıyabilir. Ama katır tek başına taşıyor. O yüzden katırın ceza alması için 5 asker daha öldürmesi gerekir" demişti...
Genellikle pijamaları dizlerini örtmeyecek kadar kısa olurdu...
Tuğla ocaklarında çamur yoğurduğu dönemden hastalık kapmıştı ayakları.
Dizlerinde yumruk gibi urlar, ayaklarında parmak sığacak çatlaklar vardı...
Aşırı büyük olan ayaklarına uygun ayakkabı bulamadığı için özel sparişle yaptırırdı...
Evinin su ihtiyacını 50 metre uzaktaki bir gölden karşılardı... Kayadan sızan ve yaz kış kurumayan bu su hiç bir zaman gölü taşıracak kadar da çoğalmazdı...
Üzerini örten pelit ağacı sıcak yaz günlerinde suyun serin kalmasını sağlardı...
Gölün önündeki küçük düzlük de onun namazgahı gibiydi... Güzel havalarda, abdestini orada alıp çimenlerin üzerinde namazını kılardı...
Alabildiğine hüzünlüydüm, eli hala avucumun içindeydi...
Çocukken sigaralarını ve fındıklarını çaldığımız için helalleşmek istedim...
"Sen gidicisin" anlamına gelecek böyle bir teşebbüs ziyaretimizle ona getirdiğimiz yaşama sevincini geri almak gibiydi...
"Bir isteğin var mı" diye sordum...
Zar zor, "Köydeki gölden su istiyorum" diyebildi...
Hemen siparişi verdik... Samsun'daki yeğenine ve o sırada yine memlekette bulunan ablama rica ettik...
Ama su İstanbul'a geldiği gün o da ebedi aleme göçmüştü...
Otogarda ağabeyimden acı haberi alan ablamın elinden su şişesi düşmüştü...
Bir yudum suya hasret gitti...
Çünkü o özlemlerin adamıydı...
En büyük özlemi de Cennetti...
Mekanı olsun...Kenan KARCI
O bir yudum suya hasret gitti
bende memlekete hasret galiba
Bir yudum suya hasret...
Ağabeyimle ziyaretine gittik...
Bizi görünce sonbahar güneşinin bulutlardan sıyrılması gibi bir tebessüm yayıldı yüzüne. Alnındaki kırışıklıklar, suya atılan taşın çevreye yaydığı dalgalar gibi geri çekildi... Gözleri parladı...
Bütün ağrıları dinmişti sanki...
Kalkmaya yeltendi, gücü yetmedi...
Eğilip elini ve yanaklarını öptüm...
Tanıdık bir yüze hasret kaldığı bu uzak şehirde, bizi görmek, sönmeye yüz tutmuş yaşam ocağını tutuşturmuştu.
O bizim için kutsal bir emanetti...
Yaşlı ve yorgun bedeniyle yoksulluğun, saflığın, tevekkülün ve sabrın anıtı gibi duruyordu.
Kızının evinde kalıyordu, iyi bakılıyordu, bir dediği iki edilmiyordu ama onun istediği başkaydı...
Son yolculuğuna hazırlandığı günlerinde, hatıralarını paylaştığı dostlar onun için taze bir soluktu... İçindeki hayat çağlayanı bir başka coşuyordu o zaman...
Dizinin dibinde oturmuş elini avucumun içinde tutarken bunları düşündüm...
İşte gidiyordu Hüseyin dayı...
Herkes için küçük ama onun için çok büyük olan dünyasına veda zamanıydı...
Son yolculuğa çıkmadan evvel ne kadar çok eski dosta el sallarsa o kadar yakınımızda kalacakmış gibi...
Ömründe en büyük isteği hacca gitmekti...
Defalarca niyetlenmesine rağmen o ulvi huzura varamadı...
Büyüklerin, "Niyet eder de gidemezsen hac yapmış sayılırsın" şeklindeki telkinleri ve bizim, "İsminin başına hacı sıfatı" ilave edilmiş hitaplarımız yüreğini biraz serinletirdi...
Ya da biz öyle zannederdik...
Dini bilgisi çok az olsa da, inançlarını her şeyin önüne koyan saf bir müslümandı...
Bu uğurda ailesine, çocuklarına büyük acılar yaşatmıştı belki ama içi başka dışı başk