HaZaN Site Yöneticisi
Ruh Hali : Lakap : HaZaN Rep Gücü : 656
| Konu: manevi hastalığımız . şikayet Çarş. Nis. 21, 2010 1:47 pm | |
| Ali YURTGEZEN
Sıkıntılarını bağıra çağıra ilan eden, elindekiyle yetinmeyen, halinden memnun olmayan insanlar çoğalıyor.
Giderek asık suratlı, somurtkan, sürekli sızlanan, şikayet eden bir toplum haline geliyoruz.
Bu, müslüman fertler olarak bizim dışımızdaki birtakım olumsuzluklardan ziyade, kalbimizle ilgili bir problem.
Zira farkında olalım olmayalım, çoğu şikayette ilâhi takdire itiraz, kazaya muhalefet vardır.
Eskiler, selamdan sonra her fırsatta birbirlerine “Nasılsın?” diye sorar; “Hamd olsun” yahut “Allah’a şükür iyiyim” gibi cevaplar almak suretiyle, kardeşlerinin şükrüne vesile olmak isterlermiş.
Bu öyle laf olsun kabilinden bir mükâleme değil. Efendimiz s.a.v.’in bize her hâl ü kârda şükretmemizi ihtar eden bir sünneti.
Gerçi bugün de ziyaretlerine gidip “Nasılsınız?” dediğimizde “Hamd olsun” diyebilen hastalarımız, halini sorduğumuzda “Çok şükür” diyebilen fakirlerimiz hâlâ var çok şükür. Fakat nesli tükenmek üzere.
“Herhangi bir sebepten dolayı hissedilen elem, rahatsızlık veya hoşnutsuzluğu dışa vurma, sızlanma, yakınma” anlamına “şikayet”in bazı çeşitleri, hem mahiyeti itibariyle hem de beşerî bir tavır olarak masiyetten sayılmıştır dinimizde. Zira farkında olalım olmayalım, çoğu şikayette ilâhi takdire itiraz, kazaya muhalefet vardır. Bir kısım şikayetlerimiz ise itminansızlığın eseridir; nefsin ve dünyanın zebunu olduğumuzu ifşa eder.
Cennetin vizesi
İslâm’da kerih görülen bu kabil şikayetlenmelerin neler olduğuna geçmeden önce aslî hedefimizi, niçin bu dünyada bulunduğumuzu hatırlamamız gerekiyor. Zira hedefini şaşırıp yanlış istikamete yönelerek bir şekilde kendilerini kaybedenlerin, ne kadar çaba gösterirlerse göstersinler, kalplerini sükuna erdirecek bir netice almaları mümkün değildir. Beyhude gayretler ise yersiz şikayetlerin anasıdır.
İnsanın aslî hedefi, imtihan için gönderildiği bu geçici dünyada kulluğunun icaplarını yerine getirerek ahiret yurdundaki ebedi saadete erişmektir. Var gücüyle Allah’ın rızasını kazanmaya, kendisini Allah’a sevdirmeye çalışır. Bütün ibadetleri, hayır hasenatı bunun içindir. İnsan namaz kıldığı, oruç tuttuğu, zekât verdiği, hacca gittiği, nafile ibadetler yaptığı için, bunların karşılığı veya bedeli olarak cenneti hak edemez.
Bütün bunları muhabbet ve taziminin nişanesi, şükrünün ve kulluk şuurunun ifadesi olarak yapmış, böylece Allah’ın rızasını kazanabilmişse eğer, “Gir cennetime!” (Fecr, 30) hitabına mazhar olabilir. Yani ebedî saadet yurdu için esas vize ibadetlerimiz değil, Allah’ın rızasıdır. Şu halde dünya hayatını Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanma imtihanı olarak da anlamak gerekir.
Peki insan bu imtihanı nasıl başaracak, kendisini Allah’ın razı olduğu bir kul yapacaktır? Denilmiştir ki “Allah’ın rızası, kulun Allah’a olan rızasındadır”. Allah’a bağlılığımız, itimadımız ve O’nun kazasına rızamız, Allah’ın bizden razı olmasına sebeptir. Eğer kul Allah’ı hakikaten sever ve O’ndan razı olursa, Allah da o kulu sever ve O’ndan razı olur.
Allah’ı seviyorsak eğer
Sadece dil ile “Ben Allah’ı seviyorum” demek, hakiki bir sevgiye, samimi bir rızaya delalet etmez. Bunun ibadetlerde olduğu gibi amel halinde tezahür etmesi lazım bir; hakikatinin ve samimiyetinin test edilmesi lazım, iki. Kriter Âl-i İmran Suresi’nin 31. ayetinde verilmiş. Peygamberimiz s.a.v.’e hitaben şöyle buyuruluyor: “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” Rasulullah s.a.v.’in sünnetine sarılmak, Allah Tealâ’yı hakikaten sevmenin işareti demek ki.
Bütün şikayetlerin neticede bir “razı olmama hali”ni yansıttığını ima etse de, şu söylediklerimizin asıl mevzuun biraz dışında kaldığı düşünülebilir. Sadede şöyle gelelim: Bugün müslümanların şikayetlerinin çok büyük bir kısmı dünyalık hırsı veya mahrumiyetiyle ilgilidir. Hz. Peygamber s.a.v.’in bu meseledeki çok net ve açık tavrına rağmen müslümanların dünyayı “dert edinmesi”, sünnete uymadığımızın, dolayısıyla Allah Tealâ’ya muhabbetimizde samimi olmadığımızın göstergesidir.
Bizi günaha sokan, huzurumuzu bozan şikayetlenmelerden kurtulmak, rıza makamına ulaşmak, nefs-i mutmainne mertebesine çıkabilmek, “salih” kullar arasına girebilmek için Efendimiz s.a.v.’in dünya karşısındaki tavır ve tavsiyelerini bir daha hatırlamamız gerekiyor öyleyse. Çünkü O, Allah’ın kendisinden en çok razı olduğu kulu, en çok sevdiği habibidir. Rasul-i Ekrem s.a.v. de “Allah’ı seven ve O’ndan razı olan bir kul”un en ideal örneği.
Sahi, biz hangi peygamberin ümmetiydik?
Bazen günlerce sıcak yemek bulamayan, sadece su ve hurma ile iftar eden, hane-i saadetlerinde bir ay ocak yakılamayan, yamalı ayakkabı giyen ama bunlardan asla şikayet etmeyen bir peygamberin ümmetiyiz. İstese dünyanın bütün zenginliklerini kendisine verecek Cenab-ı Allah’tan ailesi ve soyu için sadece “kifaf miktarı”, yani yaşamalarına yetecek kadar rızık talep eden; dünyalık terekesi ibrik-leğenden ibaret bir peygamber.
Böyle bir peygambere ittiba edenlerin dünyalık diye bir derdi de, bundan kaynaklanan şikayetleri de olmamalıydı. Halbuki halini beğenmemek, kendisine verilenlerle yetinmemek, daha fazlasını elde edemediği için üzülmek ve bütün bunlardan dolayı şikayetlenmek sıradanlaştı neredeyse.
Sanki Rasulullah s.a.v.: “Dünyalıkta kendisinden aşağısına, dinde de kendisinden üstününe bakan (ve buna göre davranan) kimseyi Allah Tealâ hem sabreden hem de şükredenlerden yazar. Fakat dünyalıkta kendisinden üstününe, dinde de kendisinden aşağıda olana bakanları da Allah Tealâ ne sabreden ne de şükredenlerden yazar.” buyurmamış gibi, “Ben şu kadar zamandır namaz kılıyor, dua ediyorum; istediklerim gerçekleşmiyor da falancada namaz niyaz olmadığı halde Allah ona veriyor.” türünden yakınmalarla sık sık karşılaşır olduk.
Sahibine zarar veren şikayet
Sadece bu hadis değil, Zeyd b. Sabit r.a.’den gelen başka bir rivayet de dünyalık talebi ve hırsının başlı başına bir problem olduğunu haber veriyor:
“Kimin emeli dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği iki gözünün arasında kılar, dünyadan eline geçen miktar da kaderine yazılandan fazla olmaz. Kimin de kastı ahiret olursa, Allah onun (dağınık) işlerini lehinde toplar, zenginliği kalbine koyar, dünya nimetleri ona (kendiliğinden) koşarak gelir.”
Şu halde Peygamberimiz s.a.v.’in, üzerinden “garip bir yolcu gibi” geçip gitmemizi tavsiye buyurduğu dünyayı mülk edinmeye çalışmak, asıl maksadı, yani Cenab-ı Hakk’ın rızasını ve bu sayede kazanılabilecek ebedi saadet yurdunu unutturmakla, bizi yanlış istikamete yöneltmekle kalmıyor, boş yere yorulup şikayetlenerek huzursuz olmamıza da yol açıyor. Şikayet, bir problemin çözümüne, bir mahrumiyetin giderilmesine imkan veriyorsa anlamlı ve gereklidir. Oysa daha yüksek bir hayat standardı tutkusu veya talebinden kaynaklanan şikayetlenmelerimiz hem dünya hem ahiret mahrumiyetlerimizi çoğaltıyor.
Müslüman meşru çerçevede elbette dünyalık da isteyecek, bunun için dua ve niyazda bulunacak, çalışacak, sebeplere tevessül edecek ama neticeye de rıza gösterip böyle takdir buyuran Rabb’ine hamd ü senadan geri kalmayacak.
Önce “lâ” demeyi unutmayalım
Modern cahiliyyenin sürekli bulandırması sebebiyle müslümanlar olarak “dünya tasavvuru”muzu her fırsatta berraklaştırmamız gerekiyor. Burada da akıllara takılabilir; dünyalık hususunda neticeye rıza, yetinme, kanaat, kendimizden aşağıdakilere bakıp şükretmek, acaba dünyayı ihmal anlamına mı geliyor? İddia edildiği üzere böyle yapageldiğimiz için mi geri kaldık?
İmanın ilk şartı kelime-i tevhide “lâ” diyerek başlarız. Önce zihnimizdeki bütün kabulleri, bütün anlayışları, bütün tasavvurları yıkar, siler, yok ederiz yani. Sonra oraya vahyin öğrettiği “tevhid”i yerleştiririz. Dünya konusunda da böyle yapmaz, modernizmin zihnimize yerleştirdiği peşin kabulleri yıkmazsak, yukarıdaki soruların sancısından kurtulamayız. Dahası, kendimize mahsus bir dünya tasavvuru kuramadığımız için savrulur dururuz orta yerde.
Nitekim dünya anlayışını “lâ” demeden inşa eden nice müslüman “aydın”, Efendimiz s.a.v.’in “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın” ibaresinin geçtiği hadis-i şerifini Bektaşî’nin namaz ayetini okuduğu gibi okuyarak konforu meşrulaştırmaya, izzeti servete bağlamaya, modernizmin dünya telakkisine şirin görünmeye çalışıyor.
Müslümanın dünya diye bir hedefi yoktur. “Fani” bir varlığa bağlanmaz. “Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır.” hadisini düstur edindiği için dünyayı kalbine almaz. Onun dünyadaki hayat anlayışı da, refah, rahat, huzur, fakirlik, zenginlik, izzet, zillet anlayışı da modern cahiliyyeninkinden farklıdır.
Dünyayı ihmal mi ediyoruz?
Dünya müslüman için amaç değil araçtır. Asıl maksada götürmeye hizmet ettiği ölçüde değer ve önem kazanır. Bizatihi değerli ve önemli değildir. Bir vasıtanın hedef haline getirilmemesi, onun ihmal edildiği anlamına gelmez. Tam tersine, bir aracı “amaç” ittihaz etmek, sapkınlığa ve akamete yol açtığı için o “araç”ın kendisinden beklenen faydasını zarara, değerini değersizliğe dönüştürmek demektir.
Müslümanın çok tüketerek “mutlu” olunacağına, ancak kuştüyü yataklarda “rahat” uyunabileceğine dair bir kabulü olamaz. O, bölüşerek ve infak ederek mutlu olur, komşusunun tok yattığından eminse rahat uyur. Dünyayı değil ahireti önceler. Aslında dünya ve ahiretin “önem” bakımından mukayesesinin çok da anlamlı olmadığını bilir. Çünkü biri vasıta, diğeri hedef olan iki şeye eşit oranda değer verilemeyeceğini fark edecek kadar feraset sahibidir.
Yukarda işaret ettiğimiz ve halk arasında “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın.” şeklinde meşhur olan hadis de zannedildiği üzere dünya ile ahireti dengelemez. Bu hadis-i şerifin muteber kaynaklardaki metni “Hiç ölmeyeceğini zanneden kişi gibi (dünya için) çalış; yarın öleceğinden korkan kimse gibi de (dünyaya bağlanmaktan) kaçın.” mealindedir. Dikkat edilirse hadis, müminin dünya ile münasebeti sadedindedir. Ahiret için yapılacaklarda acele etmeyi, dünya için ise daha teennili davranmayı salıklar.
Nitekim ulema bu hadisin özellikle ilk bölümünü tevil ederken, “İnsan ebedî yaşayacağını farz ederse dünya hırsı azalır. Bilir ki arzu ettiği dünyalık, onu talepteki hırs ve koşuşturmayı bir kenara bıraksa bile elinden kaçacak değildir.” demişlerdir. Peygamberimiz s.a.v.’in aşırı hırs ve tamahtan imtinayı tavsiye eden “Dünya talebinde mutedil olun; çünkü herkes kendisi için takdir edilmiş olana müyesserdir.” hadisi de bu tevili desteklemektedir.
| |
|
HiRaNuR Site Yöneticisi
Ruh Hali : Lakap : AyNuR Rep Gücü : 1000165 Nerden : istanbul
| Konu: Geri: manevi hastalığımız . şikayet Çarş. Nis. 21, 2010 1:55 pm | |
| | |
|