İnsan, yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtâç, ayıplı ve kusûrlu bir varlıktır. Allah ü teâlâ ise, hep vardır ve var olması için de hiçbir şeye muhtâç değildir. Ayıplardan, kusûrlardan, uzaktır ve bütün üstünlüklerin de sâhibidir. Yaratılan her mahlûk, her ân ve her bakımdan Allah ü teâlâya muhtâçtır. O ise, hiç kimseye ve hiçbir bakımdan muhtâç değildir.
Her bakımdan muhtâç olarak yaratılan insânın, dünyâ, kabir ve âhıret olmak üzere üç türlü hayâtı vardır. İnsân dünyâda iken, bedeni rûhu ile birliktedir. İnsâna hayât, canlılık veren rûhdur. Rûh bedenden ayrılınca, insan ölür. Beden mezârda çürüyüp, toprak olunca veyâ yanıp kül olunca, yâhut yırtıcı hayvan yiyip yok olunca rûh yok olmaz, kabir hayâtı başlar. Kabir hayâtında his vardır fakat hareket yoktur.
Kıyâmette yeniden diriltilince yani âhıret hayâtı başlayınca, bir beden yaratılıp, rûh ile bu beden birlikte Cennette veyâ Cehennemde sonsuz olarak yaşarlar. İnsan bu üç hâlde de, var olması ve varlıkta kalabilmesi için, hep Allah ü teâlâya muhtâçtır.
Allah ü teâlâ, insanları zayıf ve muhtâç yarattı. Giyecek, yiyecek, barınacak, düşmandan korunmak gibi ve dahâ nice şeylere muhtâçtırlar. Bir kimse, kendi ihtiyâçlarını tek başına hâzırlıyamaz ve buna ömrü de yetişmez. İnsanların ortaklaşa çalışmaları, birlikte yaşamaları lâzımdır. Biri yaptığı âleti başkasına verir. Ondan, kendine lâzım olan başka birşey alır. Bu ortaklık ihtiyâcına; “İnsan medenî olarak yaratılmıştır” denir. Medenî yani birlikte yaşayabilmek için, adâlet lâzımdır. Çünkü herkes muhtâç olduğuna kavuşmak ister. Bu arzûya, şehvet denir. Arzû ettiğini başkası alırsa, alana kızar ve aralarında çekişme, zulüm, işkence başlar. Topluluk parçalanır. Toplulukta adâleti sağlamak için, bilinmesi ve uyulması gerekenleri, insanların üstünde bir âdil varlığın bildirmesi lâzımdır. Bu varlık da, her şeyin sahibi, yaratanı olan Allah ü teâlâdır. Allah ü teâlânın bildirdiklerine uyana sevâb, uymıyana azâb olacağı bilinince, islâmiyyetin bildirdikleri kuvvetli olur. Bunun için imân edilmesi ve ibâdet yapılması emrolundu. Hergün ibâdet yaparak, Allah ü teâlâ hâtırlanır. İbâdet, Onun varlığını, Peygamberini, âhiretteki ni’metleri ve azâbları tasdîk etmekle, inanmakla başlar.
Allah ü teâlâya ve bildirdiklerine inanmakla ve ibâdetleri yapmakla, üç şey hâsıl olmaktadır:
Birincisi, insan, şehvetine uymaktan kurtulur. Kalb, rûh temizlenir. Gazab edilmez, yani öfkelenilmez. Zira şehvet ve gazab, yaratanı hâtırlamaya mâni olurlar.
İkincisi, insanda, maddeler üzerinde yapılan tecrübeler ile ve his organları ile hâsıl olan bilgilerle ilgisi olmıyan başka bilgiler, zevkler hâsıl olur.
Üçüncüsü, iyilere ni’metler, kötülük yapanlara azâb yapılacağı düşünülünce, insanlar arasında adâlet hâsıl olur.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyif sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itâat, tevâzu, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara faydalı şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emir edilmiştir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allah ü teâlâya faydası yoktur.Allah ü teâlâ hiçbir şeye muhtâç olmadığı hâlde, kullarını emir ve yasaklar vermekle şereflendirdi. Her şeye muhtâç olan, biz kulların, bu büyük ihsâna, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emirleri yapmaya, cândan sarılmamız lâzımdır.”
Netice olarak, insan demek, muhtâç demektir. Değil insanlar, yaratılan her mahlûk muhtâçtır. Hattâ, insanın iyiliği, güzelliği, muhtâç olmasından ileri gelmektedir. İnsanın kulluk yapması, gönlü kırık olması, hep bu ihtiyâcındandır. İnsan muhtâç olmasaydı, âsî, taşkın, azgın olurdu. İkrâ sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen buyurulduğu gibi:
(İnsan, ihtiyâçsız olunca, elbette azar!)