Hayat Nedir?
Hayatın sözlük anlamı; canlılık ve dirilik hali, doğumla ölüm arasındaki süre demektir.(1) İnsan hayatı boyunca mensubu olduğu toplum ve yaşadığı ortamda var olan kültür, inanç, gelenek, ahlak gibi kalıcı değerlerle hayatına bir anlam kazandırmakta ve belirli bir hayat tarzı geliştirmektedir.
İslam inancında hayat, dünya hayatı ile sınırlı değildir. Ruh bâkîdir yani ölümsüzdür. Dolayısı ile hayat, maddi, manevi ve ruhi olmak üzere değişik tabakalara ayrılmaktadır. İnsan vücudu öldükten sonra ruh serbest kalmakta, ardından kabir hayatı başlamakta, hesap gününden sonra da dünyadaki yaşantısına bağlı olarak Cennet veya Cehennemde sonsuza dek devam etmektedir.(2)
İnsanın mahiyetine ebedi bir yaşama arzusu yerleştirilmiştir. Her insan kendini dinlese bunu rahatlıkla hissedecektir. İnsana ebedi bir hayatı müjdeleyen imandır. İman ise hayatın nurudur. Varlıklar bu nur ile bilinir. Dolayısı ile kâinatta en büyük hakikat imandır. Allah, bu dünyayı ebedi bir hayat kazanabilmemiz için bir imtihan meydanı ve ahretin bir tarlası olarak yaratmıştır.
Risale-i Nur’da kısaca hayat; hayatın hayatı, hem de ruhu ve kâinattan süzülmüş bir hülâsa (öz) olarak tarif edilmektedir. Dünya, hayat ile şenlenmiş ve insan ile şereflenmiştir. Bu şerefli misafire dünya âdeta bir saray gibi döşenmiştir.
Muhammed (a.s.m.)’ın hayatı dahi, kâinatın hayat ve ruhundan süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır (özün özüdür). Dolayısı ile kâinattan Muhammed (a.s.m.)’ın risaletinin nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecektir. Hayat, şehadet âleminin her yeri istilâ eden ziyasıdır. Vücudun neticesi ve gayesidir. Kâinat yaratıcısının en câmi (isim, sıfat ve tecellilerini gösteren) aynasıdır. Rabbânî faaliyetlerin en mükemmel örneği ve fihristesidir, bir nevi programı hükmündedir.(3)
İnsan; Allah’ın her şeyi terbiye edici saltanatının güzelliklerine nâzır ve kudsi isimlerinin cilvelerine dellâl olması, kudret kalemiyle yazılan İlâhi mektupları mütalâa ve tefekkür etmesi cihetleriyle yaratıkların en şereflisi ve yeryüzünün halifesi olmuştur.(4)
İnsan manevi hayat cihetiyle emelleri ebede kadar uzanan bâkî bir ağaçtır. Fiil ve çalışma cihetiyle dairesi pek dardır. Lezzet cihetiyle bir serçe kuşundan daha az lezzet alır. Bu nedenle hayat, esmanın cilvesi ile muhtelif hareketlere mazhar olur, kuvvet bulur ve gelişir. Hayat, hareketle mükemmelleşir ve belalarla saflaşır. Hayat, bir şeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz (parça) ise küll (bütün) gibi bir câmiiyet (kapsayıcılık) verir.(5)
1.Şahsî Hayat
Cenab-ı Allah her bir insanı özel olarak yaratmıştır. İnsanların vücut azaları birbirinin aynı olmakla birlikte teferruatta hepsinin ayırıcı özellikleri vardır. Parmak izlerinden, göz damarlarına, sîmâlarına ve DNA’larına kadar her şeyinde özel farklılıkları vardır.
İnsanın birinci derecede sorumlu olduğu daire, kendine ait şahsî dairesidir. Vücudunun ve duygularının tabî ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüdür. Bunları başkalarının hukukuna tecavüz etmeden ve kulluk vazifesini unutmadan yapmalıdır. İnsanın kendisini iyi bilmesi ve mahiyetini anlaması ve ona göre hareket etmesi gereklidir.
Bediüzzaman fert için; “Hayatın öyle bir hâsiyeti (özelliği) vardır ki, hayat, cüz'ü küll, cüz'îyi küllî, ferdi nev, mukayyedi (kayıtlıyı) mutlak, bir şahsı bir âlem gibi kılar. Binaenaleyh, tek bir insan, ‘Dünya benim evimdir. Dünyadaki envâ (bütün türler) benim kavmimdir ve benim aşiretimdir ve bütün eşya ile muarefem (tanışıklığım) ve münasebetim vardır.’ diyebilir.” demektedir.(6)
Fert, içinde yaşadığı toplumla değer kazanır. Himmetini milletine hasreden bir fert bir millet hükmüne geçebilir.(7) Fert, milleti için kendisini feda edebilir. Ama millet, ferdi kendi istemedikçe feda edemez. Ferdin hukukunu korumak zorundadır.(8)
Fert zillete düşmek istemiyorsa, doğruluktan ayrılmaması, düşmanlık etmemesi, müspet hareket etmesi, başkalarını küçümsememesi, toplumun diğer fertleriyle ittifak etmesi, şahs-ı maneviyeye dahil olması, haktan yana olması, nefis ve enaniyetini terk etmesi lazımdır.(9)
2.İctimai/Sosyal Hayat
İnsan yaratılış itibariyle sosyal bir yapıya sahiptir. Diğer insanlarla ya da toplumlarla tanışıp bilişmesi ve kavga yerine güzel birliktelikler oluşturması Allah tarafından emredilmiştir.(10) İnsanların eneleri güçlüdür. Bu eneler, sosyal hayatın devamı için şart olan “biz” e dönüşmezse tehlikeli hale gelir.(11) Ortak değerlerde buluşmak birlikte yaşamanın vazgeçilmezlerindendir. Sınırsız olan insanın duyguları bu ortak değerlerle vasat bir hadde çekilir. Başkalarının hukukunu gözeterek adalet ve hakkaniyetle yaşamak saadetin anahtarıdır.
İnsan çok âciz ve de çok fakir bir varlıktır. İhtiyaçlarını tek başına karşılaması mümkün değildir. Beslenme, giyinme, barınma, sağlık, güvenlik, sevgi gibi temel ihtiyaçlarını başkalarından yardım alarak veya karşılıklı mübadele ederek sosyal hayat içerisinde karşılayabilir. Ferdin toplumun kurallarına uyması, diğer fertlerle ilişkilerini sevgi, güven ve saygı esasları çerçevesinde düzenleyerek toplumun bünyesinde erimesi ya da kendisini topluma kabul ettirmesi gerekir. Aksi takdirde toplum ferdi sosyal hayattan dışlayacaktır.
Muhabbet, sosyal hayatı temin eder ve saadete sevk eder, düşmanlık ise; altüst eder. Sosyal hayat, güzel ve yüksek ahlaktan çıkar ve terakkiye medar olur. Irka dayalı birliktelikler ayrılığa, dine dayalı İslam milliyeti ise birleşmeye vesiledir. Dinsizlikten kaynaklanan; “Benim değilse, başkasının da olmasın.” gibi bencil davranışlar toplum hayatını zehirler. Toplumda herkes “nefsi, nefsi” derse, bin adam bir adam hükmüne düşer. Kim yalnızca nefsini düşünürse insanlıktan çıkar. İnsanın fıtratı medenîdir. Diğer insanları düşünmeye mecburdur. Şahsî hayatı, ancak sosyal hayatla devam edebilir.
3.Siyasî Hayat
Siyasi hayat, sadece siyasi partilerle sınırlı değildir. Fertler ve gruplar da siyasî davranış biçimleri geliştirebilirler. Yönetim biçimi ne olursa olsun herkes veya her toplum siyaset yapabilir ve yapma hakları da vardır. Demokratik parlamenter sistemlerde siyasî partiler, vazgeçilmez birer sivil toplum örgütleridir.(12) Toplumun genelinin saadetini hedef alan bir siyaset yapılması gerekir. Dürüst siyaset, ahlakî değerlere önem veren siyasettir. Bunun aksi diktatörlüktür.
Topluma ahlakî değerler hâkim değil ise, siyasetin içerisine yalan, hile ve sahtekârlıklar çok karışacaktır. Eskiden doğru ile yalanın arasında uçurumlar olduğunu, şimdi ikisinin de aynı rafta satıldığını belirten Bediüzzaman; “Bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.”(13) tavsiyesinde bulunmaktadır.
Enelerine tabi olan birçok idareci şeytanın da yardımıyla insanlara çok zulüm ve hayata geldiklerine pişman etmişlerdir. Bu nedenle Bediüzzaman siyaseti bir “topuz” olarak nitelendirmiştir. “Elimizde nur var.”(14) Diyerek de insanları saadete, yalan dolandan uzak temiz bir toplum hayatına davet etmiştir.
Siyaset yalanlarla, fırtınalarla, fitnelerle, çalkantılarla, evhamlarla, zulmetlerle ve sarhoşluklarla doludur. Siyasetin, garazkârâne anlayışlardan ve tarafgirliklerden çok uzak ve sâfi olması gerekir. Dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip tarafgirlik edenler, insan suretindeki şeytanlar veya beşer kıyafetindeki hayvanlar haline gelenlerdir.(15)
Tarafgirlik ve siyaset, kâfir bir düşmanı, mücahit bir seyyide tercih ettirir. Zulme rıza gösterttirir ve cinayetlere ortak ettirir. Menfaati esas tutan siyaset canavardır.(16)
Medenî siyasetin, çoğunluğun rahatı için azınlığı feda ettiğini, zalim azınlığın, ekser halkı kendine kurban ettiğini, Kur'ân’ın adaletinin ise, tek bir mâsumun hayatını ve kanını, insanlık ve çoğunluk için heder etmediğini belirten Bediüzzman devamla; “Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî (alçakça) gıybetler ve tezyifler (kötülemeler) edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti (düşmanlığı) damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile (misliyle karşılık vermeye) mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi (sosyal hayatı) tamamen zîr ü zeber (altüst) eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.”(17) demektedir.
Dinin siyasete değil, siyasetin dine âlet edilmesi lazımdır. Yüzde altmış veya yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla bu zamanda dindar bir partinin başa geçebileceğini, aksi takdirde dinin siyasete âlet edilmek zorunda kalınacağı(18) uyarısında bulunan Bediüzzaman, ehli olmayanlar için siyasetin bin bir çeşit veballer, tehlikeler ve mes'uliyetler taşıyan bir meslek olduğunu(19), geniş ve câzibedar siyaset ve boğuşma dairelerine dikkat edenlerin kapılabileceklerini, vazifesini yapamadığı gibi, kalbinin selâmetini, iyi niyetini, fikir istikametini ve hizmetindeki ihlâsını kaybetmese de itham altında kalabileceğini(20) bu itibarla ehli olmayanların siyaset peşinde koşmamalarını tavsiye etmektedir.
4.Beşerî Hayat
İletişim araçlarının gelişmesiyle eskiye nazaran beşeri hayat daha çok önem kazanmıştır. Daha çabuk insani ve ticari ilişkiler kurabilen toplumlar, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi bütün insanlığı ilgilendiren birlikteliklerle kalkınma, kaliteyi yükseltme ve problemleri çözme yoluna gitmektedir. Dünyaca kabul gören; “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”(21) gibi beşeri hayata belirli bir standart getirilmesi takdire şayandır.
Beşerin sosyal hayatına faydalı sanatları, adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri takip eden Avrupa’nın birinci kısmı Bediüzzaman‘ın övgüsüne layık olmuştur.(22) Güzel ahlak değerlerinin tesisi ile bütün beşeri içine alan hayat programları yapmak yerinde olacaktır. Hoşgörü ortamları, insanca yaşamanın münbit zeminini oluşturacaktır.
Beşerin ictimai hayatından ders alan Bediüzzaman, Avrupalılar ve sair yabancıların terakkide istikbale uçmalarına rağmen, bizi maddi cihette orta çağda bırakan sebepleri; “ümitsizlik, doğruluğun sosyal hayatta azalması, dostlukların yerine düşmanlıkların esas alınması, sosyal hayatı hastalıklı hale getiren çeşitli baskılar, toplumun faydası yerine kendi çıkarını düşünmek” olarak görmektedir. Bu sosyal hastalıkların tedavisinin de Kur’an eczahanesiden almış olduğu; “ümitvar olmak, doğruluğu ve dostluğu esas almak, insan iradesini işler hale getiren hürriyete önem vermek, kendi çıkarı yerine toplumun çıkarını esas almak” gibi prensiplerle yapılabileceğini vurgulamaktadır.(23)
Gaddar siyaset ve zâlim propaganda doğru ile yalanı birbirine karıştırdığı gibi, beşerin kemâlâtını da karıştırmıştır. Beşerin sosyal hayatını altüst eden düşmanlığın ortadan kaldırılarak dünya barışının temin edilmesi gerekir. Bu da dostluklar kurularak sağlanacaktır.(24)
b.Cemiyet-i Beşeriye
İnsanların oluşturdukları toplumsal hayat, güzel hasletler ve güzel duygularla mükemmel hale gelecektir. Kur’ân-ı Kerim’in de istediği budur. Kur’an bize gerek bireysel olarak, gerekse toplum hayatında ulvi duygu ve düşüncelerin hâkim olmasını ister ve ders verir. Kur’an’ın insanlığa tavsiye ettiği; doğruluk, sevgi, saygı, hürmet, merhamet ve yardımlaşma gibi temel prensipleridir.
İnsanlığın önünde esas itibariyle iki yol vardır. Biri Kur’an yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur.(25) Beşer cemiyetine hamiyetle çalışanlar olduğu gibi dinsizlik, dehşetli vahşet ve bedevilik hesabına gaddarane çalışan gizli İslâmiyet düşmanları da vardır.
Selâmet, adalet ve umumî sulhu mahveden beşerin dehşetli ve vahşiyane; “Birisinin hatasıyla başkalarını mesul etme.” kanun-ı esasîsi, bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatâsıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mesul tevehhüm edilerek bir hatâ, binler hatâ hükmüne geçirilmekte, ittifak ve ittihadın temel taşı olan; “kardeşlik, vatandaşlık ve muhabbet” altüst edilmektedir. Kur'ân'da, muhabbet ve hakiki kardeşliği temin eden ve bu İslâm milletini ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran, "Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz." düsturu gereğince, kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete ortak sayılmaz. O cinayete bir nevi tarafgirlikle mânevî günahkâr olup âhirette mesul olur. Eğer bu kanun-ı esasî çabuk esas düstur yapılmazsa, beşerin sosyal hayatı iki umumî harbin gösterdiği tahribatın emsaliyle çok sefil olan o vahşî irticaya düşecektir.(26)
Vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir anayasası vardır. Bu da şudur; "Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz'î zulümler nazara alınmaz." Bedevîler, bu anayasaya dayanarak bir tek câni yüzünden bir köyü mahveder, bin mâsumun hakkını nazara almaz, kılıçtan geçmelerini caiz görür. Bu zihniyetle Birinci Dünya Savaşında üç bin adamın câniyâne siyaset hatâlarıyla otuz milyon biçare insanın mahvedilmiş olduğunu unutmamak lazımdır.(27)
c.Medeniyet-i İslamiye
Medeniyet, her şeyden önce şehirlilik ve yerleşik hayat demektir. Peygamberimiz (s.a.v.) Yesrib’e hicret edince gerek ahlâki, gerek sosyal ve siyasi hayatta getirmiş olduğu prensiplerle mükemmel bir medeniyet kurmuş ve asrını, Asr-ı Saadet haline, cahil ve bedevî olan Arap toplumunu en kısa zamanda medeni milletlere örnek olacak şekle getirmiştir. Bu nedenle Yesrib’in adı “Medine” olmuştur.
Gerek Dört Halife, gerekse daha sonraki dönemlerde Müslümanlar Kur’an-ı Kerimin ışığında her alanda büyük gelişme ve atılımlar yaparak Bağdat, Semerkant ve Endülüs’te bu günkü pek çok ilimlerin temelini atmışlar, bunun yanında sanatta, mimaride, ilimde, felsefede, edebiyatta, astronomide ve tıpta büyük gelişmeler kaydetmişler ve Batı medeniyetine öncülük emişlerdir.(28)
İslam medeniyeti, felsefeye dayanan şimdiki medeniyetin aksine kuvvet yerine “hak”ka dayanır. Gayede, menfaat yerine "fazilet ve rıza-i İlâhîyi" kabul eder. Hayatta, “mücadele” düsturu yerine, “yardımlaşma” düsturunu esas tutar. Cemaatlerin bağlarını, “ırkçılık ve milliyet” bağları yerine, "din ve sınıf ve vatan" bağlarını kabul eder. Gayeleri, nefsani hevesâtın nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu yüce şeylere teşvik, ulvi hissiyatını tatmin ve insanı kemâlâta sevk edip insan etmektir. Hak ittifakı, fazilet dayanışmayı, yardımlaşma birbirinin imdadına yetişmeyi, din kardeşliği yakınlaşmayı gerektirmekte, nefs-i emmâreyi gemlemek ve ruhu kemâlâta kamçılamak da iki dünya saadetini getirmektedir.(29)
Asya’nın, hususan İslamların geri kalmalarının sebebini hakiki şûrâyı yapmamalarına bağlayan Bediüzzaman; “Asya kıt'asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı (anahtarı) şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer'iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden (doğan) hürriyet-i şer'iyedir ki, o hürriyet-i şer'iye, âdâb-ı şer'iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı (kötülükleri) atmaktır.”(30) demektedir.
Bediüzzman; hürriyet, insanların fikirlerine vurulan ağır zincirleri parça parça, gelişme istidadına karşı konulan setleri altüst ve çöküşe sevk eden medeniyetin günahlarını; sefahet, isrâfat, hevesat ve nâmeşru lezzetleri yok edecek, milletteki insanlık cevherlerini gösterip kurtulmuş olarak kemâlat kâbesine doğru gönderecek, Şeriat güneşi ve yansıması olan medeniyet kameri; berrak, saf ve esâslarda Asya'yı ve Rumelini aydınlatıp, içindeki kemal istidadının tohumları hürriyetin yağmuru ile yeşererek rengârenk süsleyecektir(31) müjdesini vermektedir.
Peygamberimiz; “İlim Çin’de de olsa alınız.”(32) buyurmuştur. İnsanlığa faydalı olan ilimlerin birtakım önyargılarla reddedilmesi fıtrata uygun düşmez. Bu nedenle başka medeniyetlerin yükselmesine vesile olan sanayi ve fenlerin memnuniyetle alınması gerekir. İslam medeniyeti dışındaki yabancı medeniyet ve kültürlerin çirkin ve ahlak dışı olan unsurlarının içimize girmelerine asla fırsat verilmemelidir. Tanzimat’tan bu yana yapılan hata ve özentilerin ceremesini ağı ödediğimizi yakın tarihimiz göstermektedir.
d. Sonuç
Bediüzzaman’a; Dünyayı altüst eden ve İslamın kaderini ilgilendiren dehşetli Birinci Dünya Harbini hiç merak etmemesinin nedeni sorulduğunda verdiği cevap başka söze ihtiyaç bırakmayacak derecede ilginç ve doyurucu mahiyettedir:
“Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil (iç içe geçmiş) dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dairede, her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.”(33)
Büyük dairenin câzibedarlığı küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırabilir, kıymetli ömür sermayesini boş yere imha ettirebilir ve bazen böyle harp boğuşmalarını merakla takip ettirip, bir tarafa kalben taraftar olmak cihetiyle onun zulümlerini hoş gördürüp, zulümlerine ortak ettirebilir. Bu nedenle insan sorumluluklarının bilincinde olmalı ve önceliklerini çok iyi tesbit etmelidir.
Herkesin ve bilhassa Müslümanların başına, Cihan Harbinden daha büyük, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, kazanmak için tereddütsüz sarf edeceği bir dâvâ açılmıştır. Bu da ebedî hayatı kazanma davasıdır. Maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?(34) Doldurması tabi ki mümkün değildir.
Risale-i Nur, bu büyük dâvâyı yüzde doksana kazandıracak harika bir dâvâ vekilidir. Birçok tecrübelerle sabittir ki; onu okumaya başlayan bırakamamakta, imanı yoksa, imanını kazanmakta, imanı zayıfsa, imanını kuvvetlendirmektedir.(35) Dolayısı ile Risale-i Nur, insana şahsî hayatından başlayarak en son halkaya kadar vazifesini hakkıyla yapma melekesini de kazandırmaktadır.
Dipnotlar:
1-Doğan, D. Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları, Ankara
2-Bakara; 82, 257
3-Bediüzzaman Said Nursi, Lem‘alar, s: 329, Yeni Asya Neşriyat
4-Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevî-i Nuriye, s: 187, Yeni Asya Neşriyat
5-Bediüzzaman Said Nursi, Lem‘alar, s: 417, Yeni Asya Neşriyat
6-Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 29, s: 236, Yeni Asya Neşriyat
7-Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şâmiye, s: 64, Yeni Asya Neşriyat
8-Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s: 57, Yeni Asya Neşriyat
9-Bediüzzaman Said Nursi, Lem‘alar, s: 155, Yeni Asya Neşriyat
10-Hucurat Suresi, 13.
11-Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s: 649, Yeni Asya Neşriyat
12-1982 Anayasası
13-Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s:89, Yeni Asya Neşriyat
14-Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s:42, Yeni Asya Neşriyat
15-Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s: 53, Yeni Asya Neşriyat
16-Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s:237, Yeni Asya Neşriyat
17- A.g.e., s: 393
18- A.g.e. s: 386
19-Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s: 305, Yeni Asya Neşriyat
20-Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s: 169, Yeni Asya Neşriyat
21-İnsan Hakları Evrensel Bildirisi (İngilizce: Universal Declaration of Human Rights ya da kısaca UDHR), Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun Haziran 1948'de hazırladığı ve birkaç değişiklik yapıldıktan sonra 10 Aralık 1948'de, BM Genel Kurulu'nun Paris'te yapılan oturumunda kabul edilen 30 maddelik bildiridir. 6 Nisan 1949 tarih ve 9119 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” Resmi Gazete ile yayınlanmıştır.
22-Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s:119, Yeni Asya Neşriyat
23-Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s:27, Yeni Asya Neşriyat
24-A.g.e. s: 51,
25-Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevî-i Nuriye - Nur'un İlk Kapısı, s: 225, Yeni Asya Neşriyat
26-Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, s: 319, Yeni Asya Neşriyat
27- A.g.e. s: 320
28-Anadolu Gençlik Dergisi'nin Mayıs 2006 sayısı
29-Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s: 372, Yeni Asya Neşriyat
30-Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şâmiye, 6. Kelime, s: 66, Yeni Asya Neşriyat
31-Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfî, s: 75, Yeni Asya Neşriyat
32-Şevkani, Mevduat, 272
33-Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s: 184, Yeni Asya Neşriyat
34-A.g.e. s: 185
35-A.g.e. s: 470