İlk Müslümanlara Yapılan İşkence ve Eziyetler
Efendimizin peygamberliğinin beşinci senesi: Milâdî, 615. Kureyş müşriklerinin Müslümanlar üzerindeki baskı, eziyet ve işkenceleri gün geçtikçe artıyordu. Müslümanlar dinî vazifelerini ve ibadetlerini rahat ve serbest bir şekilde ifâ edemez bir durumla karşı karşıya gelmişlerdi.
İslâm ve îmânın tâlimi, Allah’a ibadet ve tâatın serbestçe yapılabilmesi için emin bir yer gerekliydi. Allah Resûlü, bizzat bu emin yeri aradı ve tesbit etti: Safâ Tepesinin doğusunda dar bir sokak içinde bulunan ilk Müslüman Erkâm bin Ebi’l-Erkâm bin Esed’in evi. Bu ev giriş çıkışlar için elverişli, etraftan gelen gidenlerin kolayca kontrol edilebileceği emîn bir yerdi.
Artık, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz burada muâllim, ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada öğrendiklerini imkân ve fırsat dahilinde başkalarına da duyuruyor ve aktarıyorlardı. Böylelikle Dârü’l-Erkâmı, Nebiyy-i Ekrem Efendimizin hocalığını yaptığı ilk medrese, ilk İslâm üniversitesi saymak mümkündür.
Hazret-i Ömer’in, İslâmla şereflenmesine kadar, Resûl-i Ekrem, İslâmı öğretme ve anlatma vazifesini burada yürüttü. Başta Hazret-i Ömer olmak üzere bir çok kimse bu evde Müslüman olma şerefine erdiler.
Dârü’l-Erkâmı Erkâm bin Ebî’l-Erkâm Hazretleri, hiç satılmamak ve tevarüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır.
İslâm tarihinde büyük ehemmiyeti hàiz bulunan bu ev, bugün Kâbe karşısında, “Dârü’l-Hayzûran” adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bulunmaktadır.1
Yasir âilesinin başına gelenler
Yâsir, Mekke’ye Yemen’den gelmişti. Burada, Mahzumoğullarından Ebû Huzeyfe bin Muğire’nin himâyesine girmişti. Sonradan Ebû Huzeyfe, onu câriyesi Sümeyye ile evlendirmişti. Bu evlilikten iki erkek çocuğu dünyaya geldi: Ammar ve Abdullah.
Bütün ferdleriyle saâdet dairesine giren bu âileye başta Mahzumoğulları olmak üzere, bütün müşrikler çekilmez işkenceler, dayanılmaz eziyetlerle göz açtırmıyorlardı. Mahzumoğulları, îmân ve İslâmdan vazgeçsinler diye, güneşin her tarafı sıcaklığıyla kavurduğu bir sırada, âdeta Cehennem ateşi kesilen taşlıkta onlara işkence ediyorlardı.
Yine bir gün Yâsir âilesi işkence altında zalim müşrikler tarafından inletilirken, Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine çıkageldi. Yürekler parçalayıcı bu durum karşısında, “Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sabredin, ey Yâsir âilesi! Sizin mükâfatınız Cennettir; sabredin, ey Yâsir âilesi!” diyerek sabır tavsiyesinde bulundu.
İşkence altında kıvranan Yâsir, “Yâ Resûlallah,” dedi, “bu iş daha ne zamana kadar böyle sürüp gidecek?”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu suale, “Allah’ım! Yâsir âilesinden Rahmet ve Mağfiretini esirgeme” duâsıyla karşılık verdi.
Bu hâdiseden bir müddet sonra Hazret-i Yâsir, dayanılmaz işkenceler altında izzetiyle ruhunu Rabbine teslim etti. Böylece Müslüman erkeklerden “ilk şehid” şerefi kendisinin oldu.
Oldukça yaşlanmış, zaîf ve nahif bir kadın olan Yâsir’in âilesi Sümeyye de işkence etsin diye Ebû Cehil’e havâle edilmişti.
Ebû Cehil, işkenceden işkenceye uğrattığı bu yaşlı, zaîf ve kimsesiz kadına küstahca ve âdice, “Sen güzelliğine âşık olduğun için, Muhammed’e îmân ettin!” diyordu.
Bu âdice ithama, îmân âbidesi kesilmiş Hazret-i Sümeyye, bir müşrike söylenebilecek en ağır laflarla mukabele edince, Ebû Cehil hiddete geldi ve elindeki mızrağı saplayarak, şehid etti. Hazret-i Sümeyye de böylece, kadınlardan ilk şehid edilen kişi oldu.
Ammar’ın başına gelenler
Ammar’ın çektikleri de yürekler parçalayıcı idi: Demir bir gömlek giydiriliyor, güneşin yeryüzünü bütün sıcaklığıyla kavurduğu sırada dışarı çıkartılıyor ve demir gömlek içinde ilikleri eritiliyordu.
Bu işkencelerden bir an olsun kurtulan Ammar, soluğu Nebiyy-i Ekremin yanında alıyor ve kendisinden bir teselli bekliyordu.
“Azabın her türlüsünü tattık, yâ Resûlallah” diyerek halini arz ediyordu. Resûl-i Ekrem, yine sabır tavsiye ediyor ve şöyle duâ ediyordu:
“Allah’ım, Ammar âilesinden hiçbir kimseye Cehennem azabını tattırma.”
Hz. Ammar’a revâ görülen işkence çeşitlerinden biri de ateşle dağlanması idi. Yine bir gün böyle bir işkence altında kıvranırken Peygamber Efendimiz rasgeldi. Mübârek elleriyle Ammar’ın başını sığayarak ateşe, “Ey ateş, İbrahim’e (a.s.) serin ve selâmet olduğun gibi, Ammar’a da öyle ol!” diye duâ etti. Sonra da Ammar’a şu haberi verdi:
“Ey Ammâr! Sen (bu işkencelerle) ölmeyecek, uzun bir müddet yaşayacaksın. Senin ölümün azgın bir topluluğun eliyle olacaktır.”1
Gerçekten de, Cenâb-ı Hak, Hz. Ammar’a uzun ömürler ihsan ederek, Sevgili Habibinin haberini doğrulamıştır. Hz. Ammar daha sonra Sıffin Harbinde katledildi. Hz. Ali, onu Muâviye’nin taraftarlarının bâği (azgın) olduklarına hüccet gösterdi. Fakat, Muâviye te’vil etti. Amr bin Âs dedi: “Bâği yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz.”1
Yine birgün, Ammar, uğradığı işkenceden dolayı ağlıyordu. Bu haliyle onu gören şefkat timsali Peygamber Efendimiz, mübarek elleriyle gözyaşlarını sildi. Sonra da, “Seni kâfirler tuttu da suya mı bastı? Onlar, seni bir daha tutar da, sana şöyle şöyle derler ve işkencelerine devam ederlerse, sen de onlara istediklerini söyle ve kurtul” dedi.
Bu, hayatını zalim müşriklerin elinden kurtarmak için Ammar’a bir müsâade idi!
Bu müsâadenin verilişinden bir müddet sonra, Ammar yine müşrikler tarafından yakalandı ve işkenceden işkenceye uğratıldı. İşkence edilirken de kendisine şu teklif yapılıyordu:
“Muhammed’e küfretmedikçe, Lât ve Uzzâ’ya tapmanın da onun dininden hayırlı olduğunu söylemedikçe sana işkence etmekten asla vazgeçmeyeceğiz!”
Zavallı Ammar’ın dilinden, çaresiz olarak müşriklerin söyledikleri döküldü. Muradlarına eren gaddarlar Ammar’ı serbest bıraktılar.
İşkence ve azab yükü altında ezilmekten kurtulan Ammar doğruca Resûl-i Ekremin huzuruna vardı. Efendimiz, kendisine, “Kurtulduğun yüzünden belli” deyince, cevabı şu oldu:
“Hayır, vallahi kurtulmadım!”
Peygamber Efendimiz, “Niçin?” diye sorunca da Ammar, “Ben, senden vazgeçirildim. Lât ve Uzzâ’nın da senin dininden hayırlı olduğunu bana söylettirdiler” karşılığını verdi.
Ammar üzgündü, Ammar şaşkındı. Dünya, başına yıkılacakmış gibi heyecan ve korku içinde Resûl-i Kibriyanın huzurunda dikilmiş duruyordu. Müşriklerin işkence ve eziyetlerinden kurtulmuştu, ama şimdi başka bir tehlike ile karşı karşıya gelmişti!
Resûl-i Ekrem, “Müşriklerin dediklerini söylerken, kalbini nasıl buldun?” diye sordu.
Ammar’ın kalbinden kopup gelen cevabı şu oldu:
“Kalbimi îmân ferahlığı ve rahatlığında, dinime bağlılığımı da, demirden daha sağlam buldum.”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sana vebâl yok, ey Ammar! Eğer, onlar seni yine yakalar, bunu sana tekrarlatmak isterlerse, sen de söylediklerini tekrarlayıp kurtul”1 diyerek Ammar’ın hem gönlünü, hem yüzünü ferah ve sürûra garketti.
Bu hâdise üzerine, yüce Allah şu meâldeki âyetini inzâl buyurdu:
“Kalbi îmânla dolu olduğu halde inkâra zorlananlar müstesnâ, kim îmân ettikten sonra tekrar kâfir olur ve gönül rızâsıyla küfrü kabul ederse, öylelerinin üzerine Allah’tan bir gazap vardır. Onların hakkı pek büyük bir azaptır.”2
Şu halde kalbi îmân ile karar bulmuş bir mü’mine burada bir ruhsat tanınmaktadır: Düşman tarafından canı veya herhangi bir azası yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu zaman, yalnız diliyle küfür kelimesini söylemesi câizdir. Ancak bunun, kalbin îmân ile mutmain olması şartıyla bir ruhsat olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bunun yanında, hakkı söylemek ve dinin izzetini korumak için şehid olmayı göze alıp, küfür kelimesinin lisanla dahi olsa, söylenmemesi azimettir. Bu hususta ruhsat ile değil de, azimet ile amel etmek ise, daha faziletli bir hareket sayılmıştır.3
Hazret-i Ebû Bekir’in işkenceye mâruz kalışı
Resûlullah Efendimiz, bir gün Dârü’l-Erkam’da ilk Müslümanlardan birçoğu ile oturuyordu. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere hepsinin gönlünde Tevhid davasını müşriklere karşı açıklamak arzusu bir iştiyâk halini almıştı. Bunu gerçekleştirmesi için Resûl-i Kibriyâ Efendimizden ricâda bulundular. Fakat, Hazret-i Resûlullah, tedbiri elden bırakmak istemiyordu. Henüz böyle bir hareket için zamana ihtiyaç vardı.
“Biz henüz azız, bu işe yetmeyiz” diye konuştu.
Fakat, îmânın tap taze heyecan ve şevkini ter temiz gönüllerinde taşıyan bu yeni Müslümanlar, yerlerinde âdeta duramaz hale gelmişlerdi. Bunu hisseden Fahr-i Alem Efendimiz, sonunda kendileriyle birlikte Mescid-i Harama gitti. Bir tarafa oturdular. Müşriklerden bir topluluk da oradaydı.
Allah ve Resûlüne îmân aşkıyla yanıp tutuşan Hazret-i Ebû Bekir, kalbinin derinliklerinden kopup gelen gerçekleri insanlara duyurmak arzusunun önüne geçemedi ve orada müşriklere dönerek, Allah’a îmânın ulviyet ve kudsiyetini; buna karşılık puta tapmanın pespayeliğini ve onlara hürmet etmenin sefaletini haykırdı. Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık ile dolu olan müşrikler, Hazret-i Sıddîk’a saldırdılar, her tarafını kan revan içinde bıraktılar. Ellerinden, ancak kabilesi Teymoğullarından bir kaçının araya girmesiyle kurtulabildi.
Demirli ayakkabıların darbelerine maruz kalan Hazret-i Ebû Bekir, kendinden geçmişti. Baygın bir halde evine götürdüler. Gün boyu baygın kaldı ve ancak akşam üzeri kendine gelebildi.
Sanki, onca darbelere maruz kalan kendisi değilmiş, sanki yüzü gözü kan revan içinde bırakılan bir başkasıymış gibi, dudaklarından dökülen ilk cümleler şunlar oldu:
“Resûlullah ne yapıyor, ne haldedir? Ona dil uzatmışlardı, hakaret etmişlerdi?”
Hz. Ebû Bekir, bu sözleriyle Hazret-i Resûlullaha olan sadakatının şâheser bir örneğini veriyordu. Kan revan içindeki haline bakmadan, yara berelerinin acısına sızısına aldırmadan Nebiyy-i Zişânın durumunu öğrenmek istiyordu. Hem de o Nebiyy-i Muhtereme şiddetle muhâlefet edenler arasında.
Kendisine yemek teklifinde bulundular. “Aç kaldın, susuz kaldın, birşeyler yiyip içmez misin?” dediler. O ise hep, “Resûlullah ne haldedir, ne yapıyor?” diye soruyordu.
Annesinin Resûl-i Ekremin dâvâsından haberi yoktu. Henüz îmân etmeyenler arasında bulunuyordu. Nasıl olursa olsun, Allah Resûlünün durumunu öğrenmeliydi. Annesine, “Git,” dedi, “Hattab’ın kızı Ümmü Cemil’e sor. Resûlullah hakkında bana haber getir.”
Ümmü Cemil, îmân etmiş bahtiyar bir kadındı. Fakat, Resûl-i Ekremden aldığı dersle tedbirli ve ihtiyatlı davranıyordu.
Ebû Bekir’in annesi Ümmü Hayr, ona, “Ebû Bekir senden Abdullah’ın oğlu Muhammed’i soruyor” deyince; “Ben Onun hakkında bir şey bilmiyorum. Ama istersen beraber oğlunun yanına gidelim” diye cevap verdi. Aslında, Ümmü Cemil’in Resûlullahdan haberi vardı. Ancak, bir tertip ve tuzakla karşı karşıya bulunma ihtimalini göz önünde bulundurarak böyle cevap vermişti.
Hazret-i Ebû Bekir’i yüzü gözü yarılmış bir vaziyette gören Ümmü Cemil’in içi burkuldu ve kendisini zaptedemeyerek, “Sana bunları reva gören bir kavim, şüphesiz azgın ve sapkındır. Allah’tan dileğim, onlardan intikamını almasıdır” diye haykırdı.
Ümmü Cemil’den Resûl-i Ekremin selamette olduğunu öğrenmesine rağmen Hazret-i Ebû Bekir’in içi, yine de rahat etmiyordu. Annesine, “Vallahi, gidip Resûlullahı görmedikçe, ne yer ne de içerim!” dedi.
Onu, Resûl-i Ekreme götürmekten başka çare yoktu. Fakat bu haliyle nasıl giderdi? Dârü’l-Erkam’a kadar nasıl yürüyebilirdi?
Etraf tenhalaşınca, annesi ve Ümmü Cemil’e yaslanarak sendeleye sendeleye Resûlullahın huzuruna vardı. Senelerden beri birbirlerini görmemiş candan dostlar gibi kucaklaştılar. Resûl-i Ekremin durumunu gözleriyle gördükten sonra, “Annem, babam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! O azgın, sapkın adamın (Utbe bin Rabia) yüzümü yerlere sürtüp, bilinmez hale getirmesinden başka herhangi bir üzüntüm yok”1 diye konuştu.
O anda bile Hazret-i Ebû Bekir’in gönlü îmân ve İslâma hizmet aşkıyla alev alev yanıyordu.
Peygamber Efendimize annesini göstererek, “Bu annem Selmâ’dır” dedi. “Onun hakkında Allah’a duâda bulunmanızı arzu ediyorum. Umulur ki Allah, onu Cehennem ateşinden hatırın için kurtarır.”2
Bu samimi arzu, samimi duâ ile birleşti ve o anda orada Ümmü’l-Hayr Selmâ Hâtun bahtiyar mü’minler safına katıldı.
* * *
Bütün Bunlar İmtihandı
İlk Müslümanların maruz kaldıkları bu işkence, eziyet ve hakaretler, karşı karşıya bulundukları güçlükler ve mâniler Allah tarafından aynı zamanda birer imtihandı. Mesele sadece “îmân ettim” demekle bitmiyordu. Îmândaki sadâkat, samimiyet ve sabırlarının da ölçülmesi gerekiyordu.
Öylesine güçlükler, işkence ve eziyetler olacak ki, gerçekten îmân etme arzusunu ruhunda taşıyanlar, bütün bunlara aldırmadan îmân edecekler; bu arzuyu ciddi olarak gönüllerinde taşımayanlar ise, halis mü’minlerden ayrılacaklardı.
Nitekim, şu âyet-i kerime de bu hususa işâret eder:
“Doğrusu Biz, onlardan evvelkileri de [çeşitli musibetlerle] denedik. Allah [imtihan sûretiyle îmânında] sâdık olanları da muhakkak bilecek, yalancı olanları da elbette bilecek.”1
Demek ki, îmânında samimiyetin en mühim bir ölçüsü, karşılaştığı güçlükler, işkence, eziyet ve ızdıraplar karşısında boyun eğmemektir.
Dayanılmaz işkenceler, hakaretler, eziyet ve zulümler, Allah’a îmânın ve Resûlüne tabi olmanın gerçek şuuruna eren hakiki Müslümanların cesaretini kıramıyordu. Onların hidayet dairesinde sebât etmelerine ve başkalarının da o daireye koşmasına mâni olamıyordu. İşkenceler, eziyet ve hakaretler, âdeta İslâm ateşinin daha gür yanması, daha kuvvetli parlaması için birer odun mesabesine geçiyordu. Onlar eziyet ve işkencelerine devam ettikçe, İslâm davası da bir başka hızla gelişiyor, yayılıyor, ruh ve gönüller üzerindeki nûrdan saltanatını devam ettiriyordu.
Şurası muhakkaktır ki, zor ve tahakküm hiç bir zaman, hiç bir devirde devamlı olarak hak ve hakikatı yenememiş, boğamamış ve kendine esir edememiştir. Aksine hak ve hakikat, çoğu kere zoru da, tahakkümü de, zulüm ve zulmeti de yenmiş, yok olmaya mahkûm etmiştir.
Asr-ı Saâdet Müslümanlarının dayanılmaz işkence ve zulümler karşısında gösterdikleri eşsiz cesaret, engin sabır ve harika metanet, cidden insaf ve basiret sahiplerinin gözlerini yaşartacak bir ulviyete sahiptir ve günümüz Müslümanları için de birçok ibretleri havidir. Öyle ki, İtalyan muharrir, tarihçi Leone Kaitano gibi azılı bir İslâm düşmanı bile şu itirafı yapmaktan kendini alamamıştır:
“Hayret, hayrettir ki, aralarında bir tane bile dönek yoktur!”
Asıl hayret edilecek husus ise, böyle bir itirafta bulunan muharririn İslâma gönlünü ve kalemini teslim edeceği yerde, düşmanlıkta devam etmesi, âdeta gündüzün ortasında güneşi görmemek için gözünü kapamasıdır.
* * *
Müşriklerin Yeni Tertipleri
Ebû Tâlib’e şikayet
Başvurulan tertip, eziyet ve işkencelerin hiç biri Resûl-i Ekrem Efendimizi İslâmı tebliğ etmekten alıkoyamıyordu. Üstelik, amcası Ebû Talib de, yaptıklarına ve söylediklerine karşı çıkmıyor, bilakis onu koruyordu.
Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri gelenlerinden on kişi, Ebû Talib’e gelerek, “Ey Ebû Talib,” dediler, “yeğenin putlarımıza sövdü, dinî inançlarımızı kötüledi, akılsız olduğumuzu, babalarımızın, dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu.
“Şimdi sen, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan çekil.”1
Ebû Talib, bu teklif karşısında ne yapacaktı? Bir tarafta kavminin gelenek ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimi sevgisi! Hangisini tercih edecekti?
Sonunda yumuşak ve güzel sözlerle müşrik heyetini başından savdı.2
İlk şikâyetlerinden hiçbir netice alamadıklarını gören müşrikler, Ebû Talib’e tekrar başvurdular:
“Ey Ebû Talib! Sen bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik. Fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık, bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla ithâm etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz.
“Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin, yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da, seninle de çarpışırız.”1
Ebû Talib, tehlikeli bir durumla karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı. Kavmi tarafından terk edilmek istemezdi. Ama, yeğeni Kâinatın Efendisinden de vazgeçemezdi. O halde ne yapabilirdi? Derin derin düşündükten sonra, Resûl-i Ekremi (a.s.m.) yanına çağırarak yalvarırcasına,“Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana arzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç”2 dedi.
Durum oldukça nazikti. Bir bakıma o güne kadar kavmi içinde kendisine yegâne hâmilik eden Ebû Talib’di. O da mı himâayeden vazgeçecekti?
Bu teklifle karşı karşıya kalan Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, bir müddet mahzun mahzun düşündü. Sonra, hakiki muhafızının Cenâb-ı Hak olduğunu bilmenin gönül rahatlığı içinde amcasına cevabı kılıç kadar keskin, kayalar gibi sert ve kesin oldu: “Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi sağ elime, ay’ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vaz geçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm.”3
Öz amcasının kendisini terk edeceği endişesini duyan Peygamber Efendimiz, bu cevabını verirken göz yaşlarını tutamamıştı. Mübarek gözyaşları sanki, amcasının gönlüne damlıyordu! Bu halini gören amcası onu nasıl yalnız başına bırakabilirdi? Zâtına karşı böylesine muhabbet beslediği yeğenini nasıl terk edebilirdi?
Yıkılmayan bir iradeye sahib Resûl-i Kibriyânın davasını haykırmaktan asla vazgeçmeyeceğini anlayan Ebû Talib; “Yeğenim benim,” diyerek boynuna sarıldı ve, “işine devam et, istediğini yap. Vallahi, seni asla herhangi birşeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim”1 diye konuştu.
Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Talib’in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle anladılar.
Ebû Talib’e başka teklif
Gözleri önünde bir çok kimsenin İlâhî hidâyete koştuğunu gören müşrikler, buna tahammül edemiyorlardı. Başka bir tedbir düşündüler. Yine Ebû Talib’e başvurarak şu teklifte bulundular:
“Ey Ebû Talib! Sana Kureyş gençlerinin en güçlü, en kuvvetli, en yakışıklısı ve akıllısı olan Umâre bin Velid’i verelim, kendine evlâd edin. Aklından, yardımından istifâde edersin. Buna karşılık sen de bize, kardeşin oğlunu teslim et, öldürelim! İşte sana adam karşılığında adam, daha ne istersin?”
Ebû Talib bu mantıksız teklife, “Önce siz bana kendi oğullarınızı verirsiniz, onları ben öldürürüm, ancak sonra onu size verebilirim” diye cevap verdi.
Bu teklifi müşrikler tepkiyle karşıladılar:
“Bizim çocuklarımız,” dediler, “onun yaptıklarını yapmıyorlar ki!”
Ebû Talib, bu sözlerini de cevapsız bırakmadı ve sert bir dille, “Vallahi, o sizin çocuklarınızdan çok çok daha hayırlıdır. Siz bana çok çirkin bir teklifte bulunuyorsunuz? Nasıl olur? Siz, oğlunuzu bana yetiştirmek üzere vereceksiniz, benimkini ise öldürmek için alacaksınız? Buna asla müsâade edemem!”1 diye konuştu.
Müşriklerin kin ve nefretleri artık son haddine varmıştı. Bu nefret ve kinleri bundan böylece Resûlullah ve Müslümanlara değil, Ebû Talib’e de yönelmiş oluyordu.
Kaderin garip tecellisine bakınız ki, müşriklerin Ebû Talib’e karşı menfi tavır takınmaları Haşimoğullarının Resûl-i Ekremi himayelerine almalarına vesile oldu. Himayeden sadece biri kaçındı: Ebû Leheb.
Bu arada Ebû Talib, Haşimoğullarını topladı ve Resûl-i Ekremin korunması hususunda dikkatli olmalarını tenbihledi.
Ebû Talib’in bu tarz vaziyet alışı, Kureyş müşriklerini şu kesin karara sevketti: Allah Resûlünün hayatına son vermek!
Bu menhus arzularını gerçekleştirmek için Mescid-i Haram’a toplandılar. Bunu duyan Ebû Talib, Haşimoğulları gençlerini bir araya topladı ve derhal onlarla Kâbe’ye giderek müşrik topluluğuna göz dağı verdi:
“Vallahi,” dedi, “yeğenim Muhammed’i öldürecek olursanız, biliniz ki, sizden hiçbir kimse sağ kalmaz. Biz de, siz de bu yolda helâk oluncaya kadar peşinizi bırakmayız.”
Ebû Talib’in bu tehdidi karşısında müşrikler, tek kelime konuşamadan dağıldılar.
Ebû Talib, konuşmasının sonunda, Kâinatın Efendisi hakkında şöyle diyordu:
“Mübarek yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur niyaz edilen böyle bir zât hiç bırakılır mı? O, öyle bir kerem sahibidir ki, yetimler onun eline bakar, dullar ve yoksullar ona güvenir. Hâşimoğulları âilesinin yoksulları ona sığınırlar. Hâşimoğulları onun sayesinde nimetlere erişmişlerdir.
“Ey Kureyş topluluğu! Beytullah’a yemin ederim ki, siz onu yalanlamakla aldanıyor ve boş hayallere kapılıyorsunuz. Muhammed hakkındaki su-i kasdınız ise, biz onun çevresinde pervaneler gibi dönüp uğrunda çarpışmadıkça gerçekleşir mi sanıyorsunuz? Hepimiz onun çevresinde serilip yok olmadıkça, çoluk çocuklarımızı bize unutturacak fedakârlıklarla onu müdafaâ etmedikçe size bırakmayız.”1
Bütün bu olup bitenlerden sonra Kureyş müşrikleri, Peygamber Efendimizin baskılarla , zulüm ve tahakkümlerle, eziyet ve işkencelerle kendilerine boyun eğmeyeceğini anlamışlardı.
Bu sebeple, yeni yeni plânlar tertiplemeyi, yeni yeni isnad ve iftiralar uydarmayı tasarladılar. Hedef; Resûl-i Ekrem Efendimizin yüce şahsiyetini nazarlarda (haşâ) küçültmek, ulvî maksat ve gayesinin insanlarca duyulmasına engel olmaktı!
Bu maksatla hürmet ettikleri büyüklerinden biri olan Velid bin Muğire etrafında toplandılar. Günden güne gelişen, gönüllere saâdet bahşeden îmân, İslâm davası ve onun temsilcisi olan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz hakkında konuşmaya başladılar.
Fikir babalarından biri olan Velid bin Muğire, etrafında toplanmış, yüzlerine şirkin çirkinliği aksetmiş bulunan arkadaşlarına, “Ey Kureyşliler,” dedi, “işte Hac mevsimi de gelip çattı. Arap kabileleri yurdumuza akın edeceklerdir. Muhakkak onlar, şu adamımız Muhammed’in meselesini de duymuşlardır. Size bir takım sorular soracaklardır. Bu sebeple onun hakkında bir fikir etrafında birleşmemiz gereklidir. Tâ ki, aramızda ihtilâfa düşmeyelim.”
Bu, kurnazca bir teklifti. Ayrı ayrı fikir beyan etmeleri elbette onları inanılmız ve sözlerine güvenilmez bir duruma sokacaktı. Dolayısıyla gelen halk üzerinde de pek tesirli olamayacaklardı.
Kureyşliler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususunda da dinlemek istediler.
“Sen,” dediler, “bize bu husustaki görüşünü, kanaatini ve tedbirlerini de söyle. Biz de aynısını söyleyelim ve aynı şekilde hareket edelim.”
Fakat, Velid, önce onların kanâat ve görüşlerini öğrenmek istiyordu. Kureyş müşikleri fikirlerini beyân ettiler.
“Kâhindir deriz.”
Velid bu fikirlerine katılmadı.
“Hayır,” dedi, “vallahi o, bir kâhin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu şeyler, öyle kâhin mırıldanışları ve düzmeleri cinsinden değildir. Kâhin doğru da söyler, yalan da. Amma, biz Muhammed’in hiçbir yalanını görmedik ki!”
Müşrikler, “O halde “mecnûn (deli)” diyelim” dediler.
Velid, bu görüşe de itiraz etti:
“Hayır,” dedi. “O mecnûn da değildir. Delileri görmüşüz. Deliliğin ne olduğunu biliriz. Onun hali bir delininkine asla benzemiyor.”
Topluluktan üçüncü teklif geldi: “Öyle ise ‘şair’dir deriz.”
Velid bu görüşü de doğru bulmadı.
“Hayır, o şâir de değildir, biz şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu bunların hiçbirine benzemez.”
Müşrikler, “O halde ‘sihirbaz (büyücü)’ deriz.”
Bu fikirler de Velid’ce makbul sayılmadı. “Hayır, hayır! O sihirbaz da değildir. Biz hem sihirbazları, hem de yaptıkları sihirlerini görmüşüzdür. Onun okudukları, ne sihirbazların okuyup üfledikleridir, ne de düğümleyip bağladıkları,” diye konuştu.
Bütün tekliflerinin reddedildiğini gören müşrikler, işi Velid’e havâle ettiler:
“O halde ey Abdüşşems’in babası, ne diyeceğimizi sen söyle” dediler.
Velid’in konuşması şaşırtıcı oldu:
“Vallahi,” dedi, “onun sözlerinde ap ayrı, bam başka bir tatlılık vardır. Onun okuduğu sözden tatlı söz olamaz. O bir nurdur. Onun öyle bir tatlılığı vardır ki, sanki kökü çok verimli toprakta, suyu bol bahçelerde yükselen, dalları ise etrafa uzanan gür meyveli bir hurma ağacıdır, o.”
Müşrikler, bu ifadelerden telâşa kapıldılar. Yoksa akıl danıştıkları ve fikir babalarından biri saydıkları Velid de mi Müslüman olmuştu? Hele kendilerini terk edip, evine dönmesi telaş ve endişelerini bütün bütün arttırdı. Öyle ki, “Velid, dininden döndü” diye söylenmeye bile başladılar.
Ancak, Velid’in dininden döndüğü filan yoktu. Hangi itham ve iftiranın daha uygun olacağını düşünmek için evine çekilmişti. Kararını verdikten sonra, geri dönüp Kureyşlilere şöyle dedi:
“Sizin, asılsız ve yalan olduğu kısa zamanda anlaşılacak olan bu dedikleriniz içinde yine akla en yakın olanı ona sihirbaz demenizdir. Çünkü, o öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki, o söz evladla babanın, kardeşle kardeşin, karı ile kocanın, kavim ve kabilesiyle şahsın arasını açıyor.”1
Bu görüş etrafında birleştiler. Artık, Peygamber Efendimize (hâşâ) sihirbaz diyecekler, bu itham ve iftira ile halkı kendisinden uzak tutmaya çalışacaklardı!
Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimelerde, Velid bin Muğire’nin bu kurnazca tedbir ve plânından, “Kahrolası, nasıl da ölçüp biçti” buyurarak bahsediyor ve âkibetini de şöyle ilân ediyordu:
“Düşündü, taşındı, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Yine kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra sırt çevirip kibirlendi. ‘Bu olsa olsa eskiden kalma bir sihirdir’ dedi. ‘Bu ancak beşer sözüdür’ dedi. Ben onu Sakara sokacağım. Sakarın ne olduğunu bilir misin? O yakmadık birşey bırakmaz; azâbı tekrarlamaktan da vazgeçmez.”1
Kâinatın Efendisi müşriklerin iddiâ ettiği gibi bir kâhin değildi. Çünkü, kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir. Halbuki, onun söyledikleri hak ve hakikattı. Her selim aklın tasdik ettiği gerçeklerdi. Karışıklıktan, tahminden uzak, kesinlik ifâde eden sözlerdi.
O, iddia edildiği gibi mecnûn da değildi. Çünkü yalnız dostları değil, en azılı düşmanları bile yeri geldikçe aklının mükemmeliyetine şehâdet ediyorlardı.
Server-i Kâinat, iddiâ ettikleri gibi bir şâir de değildi. Çünkü, onun bahsettiği parlak, nûrlu hakikatlar şiirin hayallerinden berî ve süslemelerine muhtaç olmaktan uzak idi.
Cenâb-ı Hak, müşriklerin bütün bu iftira, isnad ve tertiplerinden sonra indirdiği vahiy ile Resûlüne şöyle hitap etti:
“ O halde ey Resûlüm, sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin Sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun.”2
* * *
Habeşistan'a Hicret
Bi’setin 5. senesi, Receb ayı: Milâdî, 615. Müşriklerin her gün biraz daha şiddetini arttıran eziyet, hakaret ve işkenceleri neticesinde Mekke, Müslümanlar için yaşanmaz bir şehir haline gelmişti! Günden güne artan bu ezâ ve cefâlar, dini ibâdetlerini de gönül rahatlığı içinde yapma imkânını ellerinden almıştı.
Müşriklerin, bu gaddarca ve merhametsizce davranışlarından kolay kolay vazgeçmeye de niyetleri yoktu.
Bunun için Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gün Müslümanlara, “Siz bâri yeryüzüne dağılın. Allah Teâla sizi yine bir araya getirir” dedi.
Sahabîler, “Yâ Resûlallah, nereye gidelim?” diye sorunca da eliyle Habeşistan’ın bulunduğu tarafı işâret ederek, “Siz Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş Hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yurdudur. Umulur ki, Allah, sizi orada ferahlığa kavuşturur” buyurdu.
Resûl-i Kibriyânın bu müsâade ve tavsiyeleri üzerine ilk olarak 10’u erkek 5’i kadın on beş kişilik bir Müslüman kafilesi, dinlerini ve inançlarını korumak mukaddes gayesiyle yerlerini, yurtlarını, bağ ve bahçelerini, anne ve babalarını, akraba ve komşularını terk ederek, yabancı bir diyara doğru gizlice yola koyuldular. Kızıldeniz yoluyla Habeşistan’a varan ve Habeş Necaşisi (hükümdarı) tarafından gayet müsbet karşılanan İslâmda ilk hicret kafilesini şu zâtlar teşkil ediyordu:
Hazret-i Osman ve hanımı Hz. Rukiyye, Zübeyr bin Avvam, Ebû Huzeyfe bin Utbe ve hanımı Sehle, Mus’ab bin Umeyr, Abdurrahman bin Avf, Ebû Seleme ve âilesi Ümmü Seleme, Osman bin Maz’un (Kâfile reisi), Amir bin Rabia ve âilesi Leylâ, Süheyl bin Beydâ, Ebû Sebre bin Ebî Rühm ve hanımı Ümmü Külsüm.1
Hz. Osman, zevcesi Hz. Rukiyye’yi yanına alıp herkesten önce yola çıkmıştı. Bunu haber alan Efendimiz, “Lût Peygamberden sonra âilesini yanına alıp Allah yolunda hicret eden ilk insan, Osman’dır”2 buyurdu.
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin Habeşistan’ı tercih edişi bir kaç sebebe dayanıyordu: Her şeyden evvel, orası Mekkeliler tarafından gayet iyi bilinen bir yerdi. Zira, bu ülke ile eskiden beri ticarî münâsebetleri vardı.
Habeş Necaşi’sinin âdil hükümdar oluşu, bu ülkenin tercih edilmesine ikinci bir sebepti. Adaletiyle şöhret bulmuş Necaşî, elbette bu mazlum zümreye haksızlık etmeyecekti.
Bir diğer sebep olarak da, Habeşistan halkının ehl-i kitap oluşları, Hıristiyan dinine mensup bulunmaları olarak zikredilebilir. Ehl-i Kitap oluşları sebebiyle şüphesiz Müslümanlara karşı tavır ve davranışları, müşriklerin Ehl-i İslâma karşı hareket ve davranışlarından farklı olacaktı!
Nitekim, Mekke’yi sessiz sedâsız terk eden adı geçen Sahabîler, Habeş Necaşî’si ve halkı tarafından gerçekten çok güzel karşılandılar. Buraya yerleştikten sonra da, ibadetlerini ifâ, dinî inançlarını yaşama hususunda herhangi bir engel ve zorlukla karşılaşmadılar. Bu hususu, bizzat hicret eden Müslümanlar, “Biz burada hayırlı bir komşuluk, dinimize dokunulmazlık gördük. İncitilmedik. Hoşlanmadığımız bir söz de duymadık. Huzur içinde Rabbimize ibadet ettik,”3 diyerek ifâde etmişlerdir.
Gerçekten Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) tarafından, bir başka ülkenin değil de, Habeşistan’ın hicret ülkesi olarak seçilişi dikkat çekicidir. Bir müşrik ve putperest ile bir Müslümanın hiç bir zaman ruhen kaynaşması mümkün değildir. Ama ikisi de ehl-i kitap olan bir Müslüman ile bir Hıristiyanın hiç olmazsa, “inanç” noktasında bazı müşterekleri bulunduğundan anlaşmaları mümkün olabilir. Nitekim Habeşistan halkının Müslümanlara karşı nazik tavrı ve dinî vazifelerini yerine getirmede gayet müsamahalı davranmaları bu gerçeği doğrular.
Bütün bunlarla birlikte bu hicret hâdisesi çok daha mühim bazı müsbet neticelerin doğmasına sebep oldu. Bu sayede İslâmiyet etraftan da duyuldu. Hicret hâdisesinin arkasında bu yüksek gayenin bulunuşundan dolayıdır ki, müşrikler göç eden bu bir avuç Müslümanın Habeşistan’a sığınmalarından endişe duydular ve telâşa kapıldılar. Bu uzak diyarda dahi onları rahat bırakmak istemediler.
* * *
Hazret-i Hamza Müslümanlar Safında
Bi’setin 6. senesi. İslâm ve îmân sadâsı kulaktan kulağa yayılıp gittikçe gürleşiyordu. Kalblere ma’nevi serinlik veren bu îmânî havanın teessüsü müşriklerin uykularını kaçırıyordu. Başvurdukları tertip ve planların hiçbiri, coşkun akan bu îmân şelâlesinin önüne set olamıyor ve ümitsizliğin verdiği ezici ruh haleti içinde kıvranıp duruyorlardı.
Kahraman Hazret-i Hamza’nın saâdet dairesine dahil olmasıyla mânevi sancıları kat kat artmış oldu.
Peygamberimizin amcası ve aynı zamanda süt kardeşi olan Hazret-i Hamza, kimden olursa olsun, nereden gelirse gelsin haksızlığa asla tahammülü olmayan bir kahramandı. Kureyş içinde de yüksek bir itibara sahipti.
İlâhî hidayetin tecellisi bu: kimin nerede ve nasıl îmân nimetine kavuşacağı belli olmaz. Hazret-i Hamza da beklenmedik bir zamanda İslâm nimetine kavuştu.
Bir gün çok sevdiği eğlencesi olan avdan dönüyordu. Safâ Tepesinden Kâbe’ye doğru giderken karşısına Abdullah bin Cudâ’nın azâdlı câriyesi çıktı ve, “Ey Umâre’nin babası,” dedi, “kardeşinin oğlu Muhammed’e, Ebûl-Hakem bin Hişâm (Ebû Cehil) ile arkadaşları tarafından yapılanları görmüş olsaydın asla dayanamazdın!”
Hz. Hamza heybetli bakışlarını câriyenin üzerinde bir müddet gezdirdikten sonra, “Ebû’l-Hâkem bin Hişâm ona ne yaptı?” diye sordu.
“Ona şuracıkta türlü türlü işkenceler yaptı, hakaret etti. Sonra da çekip gitti. Muhammed de ona hiçbir şey söylemedi.”
Hz. Hamza, “Bu söylediklerini sen, gözünle gördün mü?” dedi.
Câriye, “Evet, gördüm!” diye cevap verdi.
Son derece hiddetlenen Hz. Hamza, evine uğramadan, yayı, oku, torbası ve av malzemeleriyle doğruca Kâbe etrafında oturmuş bulunan Ebû Cehil ve arkadaşlarının yanına vardı. Meclisin ortasındaki Ebû Cehil’in başına, hiç bir şey sormadan okkalı bir yay indirdi ve başını fenâ halde yardı. Sonra da, “Sen misin ona sövüp sayan? İşte, ben de onun dinindeyim. Onun söylediğini söylüyorum. Gücün yetiyorsa, o yaptıklarını bana da yap göreyim!” diye konuştu.
Ebû Cehil, hareketinde kendisini haklı göstermek için savunmaya geçti:
“Ama o bizi akılsız saydı,” dedi. “Putlarımıza hakaret etti. Atalarımızın tuttuğu yoldan ayrı bir yol tuttu.”
Hazret-i Hamza’dan kararlı ve sert bir cevap geldi:
“Siz ki, Allah’tan başkasına ilâh diye tapmaktasınız. Sizden akılsız kim var? Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed Allah’ın Resûlüdür!”1
Hazret-i Hamza’nın bu kararlılığı karşısında, ne Ebû Cehil, ne de etrafındakilerde bir hareket ve bir mukabele görülmedi. Hatta Ebû Cehil, “Doğrusu ben, kardeşin oğluna çok çirkin bir şekilde sövüp saymıştım. Buna müstahak oldum” diyerek suçluluğunu da itiraf etti.
Şeytanın vesvesesi
Ani ve beklenmedik bir kararla saâdet dâiresine dahil olan Hazret-i Hamza evine dönünce, zihninde şeytanın bir takım vesvese ve şüpheleriyle karşı karşıya kaldı: “Sen Kureyş’in hatırı sayılır birisi idin. Şu dininden dönen Muhammed’e uydun. Hiç de iyi etmedin!”
Kalb ve zihninin, şeytanın bu tarz telkinlerine maruz kaldığını hisseden Hazret-i Hamza, doğruca Kâbe’ye vardı ve:
“Allah’ım Bu tuttuğum yol doğru ise, kalbime de onu tasdik ettir. Bana bu hususta bir çıkar yol göster!” diye duâ etti.
Aradan bir gün geçtikten sonra Peygamber Efendimizin huzuruna vardı. Başından geçenleri anlattı. Resûl-i Ekrem, kendilerine va’z ve nasihatta bulundu.
Kalbi îmân ve itminan bulan Hazret-i Hamza, Peygamber Efendimize, “Senin doğruluğuna şehâdet ediyorum ki, ey kardeşimin oğlu, artık dinini bana açıkla” dedi.
Hazret-i Hamza gibi bir kahramanın Müslümanlar safında yer alışı Efendimizi ve Müslümanları son derece memnun ederken, müşriklerin gönüllerine hüzün ve korku saldı. Resûl-i Ekreme pervasızca revâ gördükleri eziyet ve işkencelerinin bir kısmını da terk etmek zorunda kaldılar.
* * *
Müşriklerden Yeni Teklifler
Hidâyet dairesi gittikçe genişliyordu. Îmân ve Kur’ân nûru bütün haşmet ve parlaklığıyla ruhları aydınlatmaya devam ediyordu.
Kureyş müşriklerinin telaş ve endişeleri ise had safhadaydı. Hele parmakla gösterilen kahramanlarından biri olan Hazret-i Hamza’nın inananlar tarafında beklenmedik bir zamanda yer alması kendilerini bütün bütün şaşırttı. Şirk kalesinde gün geçtikçe yeni ve daha büyük gediklerin açılması onları değişik planlar kurmaya ve yeni yeni tertiplere girmeye sevketti.
Birgün, Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Utbe bin Rebîa, bir grup müşrike, “Ey Kureyşliler! Muhammed’in yanına gidip konuşsam ve kendisine bazı tekliflerde bulunsam, nasıl olur? Umulur ki, o bu tekliflerden bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz. Böylece kendisi de belki bize karşı yaptıklarından vazgeçer” diye teklif etti.
Topluluk tarafından teklif kabul edildi. Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i Haramda bulunan Nebiyy-i Zîşan Efendimizin yanına vardı ve sözüne şöyle başladı:
“Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy sop üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin. Tanrılarını ve dinlerini kötüledin. Onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın.
“Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Söyle ey Velid’in babası! Seni dinliyorum” deyince, Utbe tekliflerini sıralamaya başladı:
“Sen ortaya attığın bu mesele ile şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın.
“Eğer, bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım. Yok eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evhâm, cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedâvi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım.”
Utbe tekliflerini yapmış ve susmuştu. Konuşma sırası Resûl-i Ekrem Efendimize gelmişti. Utbe’ye, “Ey Velid’in babası, söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu.
Utbe’den, “Evet” cevabı gelince, Resûl-i Ekrem, “O halde, şimdi sen beni dinle” dedi ve besmele çekerek Fussilet Sûresinin 1-36 arasındaki âyetleri kemal-i vakar ve heybet içinde okumaya başladı:
“Hâ mim.
“Bu kitap, bilen bir topluluk için Allah’ın rahmetiyle müjdeleyici ve Onun azâbından sakındırıcı olmak üzere, âyetleri açıklanıp ayırd edilmiş Arapça bir Kur’ân olarak Rahmân ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmiştir. Fakat onların çoğu yüz çevirdiler; artık hakka kulak vermezler…”
Sûreyi secde âyetine kadar okuyup secde eden Peygamber Efendimiz, Utbe’ye döndü ve, “Ey Velid’in babası, okuduklarımı dinledin! Artık gerisini sen düşün!” dedi.
Kur’ân’ın nazmındaki i’caz, mânasındaki tatlılık Utbe’nin çehresini birden değiştirmişti. Öyle ki, bunu Kureyşliler fark ettiler. Birbirlerine söylendiler: “Vallahi, Ebu’l-Velid, çehresi değişmiş olarak dönüyor!”
Yanlarına gelince, “Ne getirdin, anlat bakalım?” diye sordular.
Utbe, “Vallahi, ben, ömrümde benzerini hiç işitmediğim bir kelâm işittim. Yemin ederim ki, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir!” dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Ey Kureyş topluluğu! Beni dinleyin de, hatırım için bu işin peşini bırakın, bu adamdan vazgeçin! Ondan uzak durun, ona dokunmayın!
“Yemin ederim ki, benim ondan dinlediğim söz, büyük bir haberdir. Siz onu, sizin dışınıza kalan Arap tâifelerine bırakırsanız daha iyi etmiş olursunuz. Onlar, ona engel olurlar. Eğer o, Araplara üstün gelirse, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şerefi sizin şerefiniz demektir. Onun sayesinde insanların en mes’ud ve bahtiyarı olursunuz.”
Utbe’nin konuşması, Kureyşlilerin hiç de hoşuna gitmedi. Tepki göstererek, “Ey Velid’in babası! Gene o, seni dili ile büyülemiş” dediler.
Sözlerinin dinlenmediğini gören Utbe ise, “O halde, istediğinizi yapın!” diyerek yanlarından uzaklaştı.1
Böylece müşrikler, Server-i Kâinat Efendimiz karşısında mağlubiyet üzerine mağlubiyete uğruyorlardı. İslâm davasına karşı tedbir ve çareleri bir bir tükeniyordu. Başvurdukları her tedbir ve plân geri tepiyor, hatta aleyhlerine tecelli ediyordu!.
Çünkü; Cenâb-ı Hakkın, “Ben nûrumu tamamlayacağım, kâfirler, müşrikler istemeseler bile” diye va’di vardı.
Resûlüne emri şuydu:
“Sana vahyettiklerimi halka bildir, korkma, çekinme. Çünkü, ben seni insanlardan, onların şer ve belâlarından koruyacağım.”2
Bunun için de, Allah Resûlü (a.s.m.), îmân ve İslâmiyete davet vazifesine bıkmadan, usanmadan, korkmadan, çekinmeden devam ediyor, bütün gayretiyle gönüller üzerinde Tevhid Bayrağını dalgalandırmaya çalışıyordu. Bunun neticesi olarak da, inananların safı gittikçe hem daha sıklaşıyor, hem de güçlenip kuvvetleniyordu.
Mekkeli müşrikler, ne eziyet ve işkencelerin, ne de makam, mevki, mal ve servet tekliflerinin Peygamber Efendimizi bir an bile dâvâsında tereddüde düşürmediğini artık kesinlikle anlamışlardı. Bu sebeple, karşısına değişik tekliflerle çıkmaya başlıyorlardı.
Birgün Peygamber Efendimize, “Rabbine duâ et. Eğer Safâ Tepesini bizim için altına çevirirse, biz o zaman seni tasdik eder, sana îmân ederiz!” dediler.
Böyle bir isteği yerine getirmek, elbette insan güç ve kuvvetinin üstünde bir işti. Ama Allah’ın kuvvet ve kudreti yanında basit bir hadiseydi. Müşrikler, böylesine herhangi bir insanın yapamayacağı şeyleri Peygamber Efendimize teklif etmekle âdetâ kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı. “Bakın işte bu isteğimizi yerine getirmedi. Öyleyse neden îmân edelim?” demek istiyorlardı.
Diğer istek ve tekliflerinde Resûl-i Ekrem Efendimiz, hep bunları yapmanın kendi vazifesi olmadığını, onların ancak Allah’ın isteğiyle, kuvvet ve kudretiyle meydana gelebileceğini ifâde etmesine karşılık, bu tekliflerine aynı cevapla karşılık vermeden, “Teklifiniz yerine gelirse, bu dediğinizi gerçekten yapar mısınız?” diye sordu.
Hep birden, “Evet, yaparız” dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ellerini açarak Kudreti sonsuz Rabb-i Rahîmine yalvarmaya başladı. Elbette, Sultan-ı Levlâkın niyazı cevapsız kalamazdı. Anında Cebrâil (a.s.) gelerek, “Allah Teâla, seni selâmlıyor ve; istersen, onlara Safâ Tepesini altın yapayım. Ancak, bundan sonra da onlardan kim inkâra kalkışırsa, varlıklarımdan hiçbirine yapmadığım bir azapla onları azaplandırırım. Yok, istersen onlara tevbe ve rahmet kapılarını açık bırakayım, diyor” dedi.
Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz, iki teklif arasında serbest bırakılmıştı. Cenâb-ı Hak, istediğini yapacaktı. Buna rağmen o, kendisini böylesine rahatsız edip, sıkıntıya sokan kavmine acıdı ve Rabbinden dileği şu oldu:
“Hayır, Allah’ım! Onların isteklerini yerine getirme. Kendilerine rahmet ve tevbe kapılarını açık bırak.”1
Evet, Peygamber Efendimiz “alemlere rahmet olarak” gönderilmişti. Kalb ve vicdanı, merhamet ve şefkatin menbâı idi. Kendisine zulmedenlere, kendisine eziyet ve hakarette bulunanlara bile yeri geldikçe acıyor, onları affediyordu. Hiç bir zaman şahsı için intikam alma yoluna gitmiyordu. Kendisine zulmedenlere dahi îmân saâdeti ve İslâm hidâyeti diliyordu.
O, bu engin şefkat ve merhamet ve bu derin af ve müsamaha ile, gönülleri fethetmiş, kalp ve ruhları nûru etrafında pervane gibi döndürmüştür.
Yapılan her teklif Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından reddedilmesine rağmen, müşrikler yeni yeni teklifler bulup ileri sürüyorlardı.
İleri gelenleri, birgün Resûl-i Ekreme, “Sana, içimizde en zengin adam olacak şekilde mal verelim. İstediğin kadınla evlendirelim. Yeter ki sen, ilâhlarımızı kötülemekten vazgeç” dediler. Sonra da şöyle konuştular:
“Eğer, bu dediğimizi kabul etmez ve yapmazsan sana yeni bir teklifimiz var. Hem senin için, hem bizim için hayırlı olan bir teklif!”
Resûl-i Ekrem, “Nedir, o hayırlı teklif?” diye sordu.
Kureyş ileri gelenleri, “Sen bizim tanrılarımız olan Lât ve Uzza’ya bir yıl tap, biz de senin İlâhına bir yıl tapalım”1 dediler.
Bu, Kureyş müşriklerinin bir oyunu, bir tuzağı idi. Akıllarınca Resûl-i Ekremi böyle bir teklifle kandırmayı düşünüyorlardı. Fakat, hayatının gayesi şirk ve küfürle mücadele olan Kâinatın Efendisi elbette bu tuzağa düşmeyecekti. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu hâdisenin hemen sonrasında “Kâfirûn” sûresini indirdi:
“De ki: Ey kâfirler! Sizin taptıklarınıza ben ibâdet edecek değilim.
“Benim ibâdet ettiğime de siz ibâdet edecek değilsiniz.
“Ben zâten sizin taptıklarınıza tapmam.
“Siz de benim ibâdet ettiğime ibâdet etmezsiniz.
“Sizin dininiz size, benim dinim bana.”
Peygamberimiz (a.s.m.) inen bu sûreyi kendilerine okuyunca, müşrikler bu tekliflerinin de neticesiz kaldığını anlayarak bu yoldaki ümitlerini de yitirdiler.
Müşriklerin üç sorusu
Hazret-i Resûlullahın davası karşısında çaresizlikler içinde kıvranan Mekke müşriklerinin aklına yeni bir fikir geldi: Yahudi âlimlerinden Peygamberimiz hakkında bir şeyler öğrenmek. Bu maksatla Medine’ye giden temsilciler, Yahudi âlimleriyle görüşerek Resûl-i Ekrem Efendimizin söylediklerinden, yaptıklarından bahsettiler. Sonra da, “Siz elinde Tevrat bulunan bir milletsiniz. Bu adam hakkında bize bilgi veresiniz diye size başvurduk” dediler.
Yahudî âlimlerinin, bu isteklerine cevapları şu oldu:
“O kimseye, ‘Geçmişteki o genç delikanlıların hayret edilecek maceraları ne idi? Yeryüzünün doğusuna, batısına kadar ulaşan, dönüp dolaşan zâtın kıssası ne idi? Ruhun mahiyeti nedir?’ Sorularını sorun. Eğer bu suâlleri cevaplandırırsa, bilin ki, o Allah’ın peygamberidir. Siz de ona tâbi olun. Yok eğer cevaplandıramazsa, o adam yalancı bir kimsedir. Kendisine istediğinizi yapabilirsiniz.”1
Temsilciler, Mekke’ye dönerek durumu müşriklere anlattılar.
Müşrikler, ümid ve sevinç içinde Peygamber Efendimize koşarak, bu soruları sordular.
Kâinatın Efendisi, sorularını cevaplandırmak için mühlet istedi: “Size yarın bildireyim” dedi.
Bunu derken, o sırada “İnşaallah (Allah dilerse)” demeyi unutmuştu. Bu sebeple, bir görüşe göre üç, diğer bir rivâyete göre ise on beş gün bu konuda hiçbir vahiy gelmedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) sıkıntıdan duramaz hale gelmişti. Hele müşriklerin, “Muhammede bizden birgün mühlet istedi. Bunca zaman geçti, bize hâlâ birşey bildirmiş değil” diyerek dedikodulara başlamaları, bu sıkıntılarını daha da arttırdı. Öyle ki, kimseyle konuşamaz hale gelmişti.
Nebiyy-i Ekremin, bu sıkıntıları fazla sürmedi, sonunda vahiy indi. Müşriklerin sorularına şöyle cevap verildi:
“Yoksa (Ey Resûlüm!) uzun zaman mağarada uykuda kalan Kehf ve Rakîm ashabı bizim mu’cizelerimizden şaşılacak bir şey oldular mı sandın? Hatırla ki o vakit o genç yiğitler mağaraya sığındılar da şöyle dediler: ‘Ey Rabbimiz! Bize, tarafından bir rahmet ihsan buyur ve işimizde bize bir muvaffakiyet hazırla.”2
Bu âyet-i kerimlerde, müşriklerin birinci soruları cevaplandırılıyordu ve adı geçen gençlerin Ashab-ı Kehf olduğu bildiriliyordu. Sonraki âyetlerde ise Ashab-ı Kehf’in maceraları anlatılıyordu.3
Müşriklerin ikinci sorularına ise şu âyetler cevap veriyordu
“Sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: Size ondan bir hâtıra okuyacağım.”1
Sûrenin devam eden âyetlerinde ise, Cenâb-ı Hakk’ın Zülkarneyn’i iktidar sahibi yaptığı, ona bol vasıta ihsan ettiği ve bununla batıya doğru yol aldığı, yolculuğu esnasında bir kavimle karşılaştığı ve onları iyi işleri yapmaya davet ettiği belirtiliyor; sonradan doğuya doğru yol tuttuğu, burada da bir kavimle karşılaştığı ve onları da hayırlı işlerde bulunmaya çağırdığı beyân ediliyordu.2
Müşriklerin üçüncü suâllerine ise şu âyet-i kerime ile cevap veriliyordu:
“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Bilgi olarak da size pek az şey verilmiştir.”3
Müşrikler, sordukları sorularına mükemmel cevap almışlardı.
Buna rağmen, Peygamber Efendimizin davasını doğrulayıp, Ona uymaktan uzak durdular, şirkin inadı içinde hayatlarına devam ettiler.
Ancak, onların bu hak ve hakikattan yüz çevirmeleri, kendilerini felâkete sürüklemekten başka bir şeye yaramıyordu. Onlar direndikçe, îmân ve Kur’ân dâvâsı daha bir haşmet ve azametle gönüller üzerinde dalgalanmaya devam ediyordu.
Cenâb-ı Hak, ayrıca Peygamber Efendimizi de aynı sûrede şöyle ikaz ediyordu:
“Hiçbir şey hakkında ‘Yarın bunu muhakkak yapacağım’ deme. Ancak ‘İnşaallah’ deyip Allah’ın dilemesi şartına bağlarsan müstesnâdır. Unuttuğun zaman da yine Rabbini an ve ‘Umulur ki Rabbim beni bundan daha hayırlı ve doğru bir yola eriştirir’ de.”1
Peygamber Efendimiz, bu ikazdan sonra, yapacağı bir şey hakkında “İnşâallah” demeyi her zaman hayatında bir prensip edindi.
* * *
Kırkıncı Müslüman: Hazret-i Ömer
Bi’setin 6. senesi Zilhicce ayı (Milâdi; 616). Emsalsiz kahramanlardan biri olan Hazret-i Hamza’nın Müslümanlar safına katılması ve arkasından da bir grup Müslümanın Habeşistan’a hicretleri, Kureyş müşriklerini derin derin düşündürüyordu. Hayatlarına büyük bir tedirginlik ve endişe hakim bulunuyordu.
Hepsinin zihninde karar kılmış fikir şu idi: Mutlaka şu Ebû Talib’in yetimi Muhammed’in işi bir an önce halledilmelidir.
Bu konuyu görüşmek üzere, Darü’n-Nedve’de toplanan Kureyş’in, hararetli ve ateşli konuşmalarından sonra, Ebû Cehil’in teklifi kabul edildi: Muhammed’in vücudu ortadan kaldırılacaktır.
Bu korkunç cinâyeti işlemeye kim cesaret edebilirdi? İşin içinde Hâşimoğullarının böyle bir hal vukûunda kan davası gütmeleri de söz konusu idi.
Bu iş için bazıları büyük va’dlerde de bulunuyordu. Meselâ Ebû Cehil; “Muhammed’i öldürecek kimseye benden 100 kızıl ve siyah deve, şu kadar altın, şu kadar gümüş v.s.” diyordu.
Kimse bu korkunç kararı tatbik etme cesaretini kendisinde göremiyordu. Ama içlerinde biri vardı; uzun boylu, iri yapılı, kimseye boyun eğmez, gözünü daldan, budaktan sakınmaz, gözü pek biri. Ortaya atıldı.
“Bunu ben yaparım” dedi.
Bir anda bütün gözler ortaya atılan bu cesur adamın üzerine çevrildi. Baktılar: Hattaboğlu Ömer’di bu. Ömer’in bu işi yapabileceğinden emin olan Kureyşliler hep bir ağızdan, “Evet, bunu ancak sen yapabilirsin. Görelim seni” dediler.
Ömer, artık hedefini tesbit etmişti: Doğruca Dârü’l-Erkâm’a giderek, orada Peygamber Efendimizi bulacak ve alınan kararı yerine getirecekti.
Kılıcını kuşanan Ömer, kan çanağına dönmüş gözleriyle etrafa öfkeli bakışlar savurduktan sonra, doğruca Kâbe’ye giderek tavafta bulundu. Sonra da kin, düşmanlık dolu sert adımlarla Safâ Tepesinin yolunu tutup, Dârü’l-Erkâm’a doğru yollandı.
Gidişinde bir manâ vardı, bir hedefe doğru gittiği besbelli idi. Yolda, Müslüman olmuş, fakat îmânını gizleyen akrabasından Nuaym bin Abdullah Hazretlerine rastladı. Hazret-i Nuaym, Ömer’in bu değişik tavrı karşısında sormadan edemedi:
“Nereye gidiyorsun ey Ömer?”
“Şu, dinini bırakan, Kureyş’in arasına ayrılık düşüren Muhammed’in vücudunu ortadan kaldırmaya gidiyorum!” cevabında bulunarak, maksadını gizlemeye bile lüzum görmedi.
Bu dehşetli karar karşısında tüyleri diken diken olan Hazret-i Nuaym, onu bu fikrinden caydırmanın yolunu aradı ve, “Vallahi, çok zor bir işe kalkışmışsın. Muhammed’in ashabı onun başı ucundan bir an dahi olsun ayrılmıyor. Ona yol bulmak çok güç. Farzet ki, bir yolunu bulup onu öldürdün. Zanneder misin ki, Abd-i Menâfoğulları senin yeryüzünde elini kolunu sallayarak dolaşmana müsâade eder?” diye konuştu.
Sert bakışlarını muhatabının üzerinde gezdiren Ömer, “Sen de mi ondan yana oluyorsun yoksa?” diye sordu. Fakat beklenmedik bir cevapla karşılaştı:
“Ya Ömer, sen beni bırak, önce ev halkına, âile efradına dön. Enişten ve amacaoğlun Said bin Zeyd ile eşi kızkardeşin Fâtıma Müslüman olup, Muhammed’in dinine tâbi olmuşlardır. Git, önce onlarla uğraş!”
Ömer’de bir şaşkınlık bir tereddüt. Duyduklarına önce inanmak istemedi, hatta araştırma ihtiyacını bile duymaz görünerek yoluna devam etti. Ancak içine düşen şüpheyi yenemedi ve yarı yolda fikrini değiştirerek kızkardeşinin evine doğru döndü.
Bu sırada, fedakâr sahabî Habbab bin Eret, Hazret-i Said ile âilesi Hz. Fâtıma’ya yeni nazil olan Tâhâ Sûresini okumakta idi.
Evinin önüne yaklaşan Ömer, bu sesi duydu. Kapıyı hiddetli hiddetli bir-iki çaldı. Açılmadığını görünce omuz verip kapıya yüklendi ve hışımla içeri daldı.
Hz. Fâtıma, hiddetli hiddetli kapı çalanın kardeşi Ömer olduğunu anlamış ve Kur’ân sahifelerini hemen bir tarafa kaldırmıştı. Bu arada Hz. Habbab da bir köşeye saklanıvermişti.
Ömer, öfke dolu sesiyle, “Okuduğunuz ne idi?” diye sordu.
Eniştesi telaş ve heyecan dolu ifadelerle, “Birşey yok, sadece aramızda konuşuyorduk,” cevabını verince, Ömer’in öfke ve hiddeti bütün bütün arttı. Mâsum mâsum duran eniştesinin yakasına yapıtşı ve, “Demek duyduklarım doğru imiş; siz de Muhammed’in dinine girdiniz öyle mi?” diyerek onu yere çarptı. Hazret-i Fâtıma, kocasını kurtarmaya kalktı. Sert bir tokatla o da kendini yerde buldu. Müslümanlığını gizlemenin artık bir mânâ ifade etmeyeceğini anlayan Hazret-i Fâtıma, ayağa kalktı ve, “Elinden geleni yap, ey Ömer! Ben ve kocam artık Müslümanız. Allah ve Resûlüne îmân ettik,” diye haykırdı.
Bu sözlerini, getirdiği “Kelime-i Şehâdet” takib etti. Ortalık bir anda bu kelimenin azamet ve haşyetiyle çınladı.
Manzara ibretli ve içler acısıydı. Bir insan, kızkardeşini “Rabbim Allah” dediği için nasıl böylesine insafsızca dövüp kan revan içinde bırakabilirdi? Kan revan içinde bırakılanın bu haline rağmen davasını haykırmaktan geri durmaması karşısında hangi katı kalb yumuşamaz ve hangi yürek insafa gelmezdi?
Ömer, şaşırdı birden. Kalbinde dalgalanmalar meydana geldiğini hisseder gibi oldu. Daha fazla ayakta duramadı ve yere oturdu. Derin derin düşündükten sonra, “Hele getirin şu okuduklarınızı. Getirin de Muhammed’e gelen şey ne imiş göreyim” dedi.
Hazret-i Fâtıma önce tereddüt gösterdi. Kardeşinin mübârek Kur’ân sahifelerine hakaret edebileceğinden korktu. Ancak Ömer, “Korkmayın” diyerek onun bu endişesini yok etti.
Kur’ân sahifeleri ancak temiz kimselere verilebilirdi. Halbuki Ömer, henüz şirk üzere bulunuyordu, dolayısıyla da mânen temiz sayılmıyordu. Bunun için Hz. Fâtıma, “Kardeşim,” dedi, “sen Allah’a şerik koşulan bir inanç üzere bulunduğun için temiz sayılmazsın. Halbuki, ona ancak temiz olanlar el sürebilir. Kalk önce bir yıkan.”
Hz. Ömer, kalkıp gusletti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma, koyduğu yerden Kur’ân sahifesini hürmetle alıp ona verdi.
Hz. Ömer kâtipti. Okuma yazma bilirdi. Eline aldığı sahifeyi başından okumaya başladı:
“Tâ hâ. Biz Kur’ân’ı sana meşakkat çekmen için indirmedik. Onu, Allah’tan korkan kimse için bir öğüt olarak indirdik. O, yeri ve yüce gökleri yaratan Zât tarafından peyderpey indirilmiştir.”1
Ömer, hem okuyor, hem de okudukları üzerinde düşünüyordu. Kur’ân’ın ebedî ve edebî belagatı karşısında şaşkına dönmüştü. Sanki, az evvel kılıcının kabzasına yapışıp Peygamberimizin vücudunu ortadan kaldırmaya giden Ömer, o değildi. Kalbindeki katılık, yüzündeki öfke yok oluvermişti birden. Az evvel kan çanağını andıran gözleri, şimdi aydınlık saçıyordu. Yüzüyle beraber, içi de gülüyordu. Sûrenin, “Muhakkak ki Allah Benim. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl”2 âyetini okuyunca haykırdı:
“Bu ne güzel, ne şerefli, ne haşmetli bir kelâm! Bu kelâmdan daha güzel, daha tatlı bir kelâm olamaz!”
Bu ifâdeler Ömer’in kalbinin hidâyet nûruyla sarıldığını, onun aydınlığına kavuştuğunun işaretiydi. Hz. Ömer’in bu sözlerini işiten Kur’ân hocası Hz. Habbab, gizlenmiş olduğu yerden ortaya çıkıverdi ve, “Müjde, ey Ömer,” dedi, “dilerim ki, Resûlullahın yaptığı duâ senin hakkında gerçekleşsin. Dün gece o, ‘Allah’ım, İslâmiyeti ya Ebü’l-Hakem bin Hişâm’la (Ebû Cehil), ya da Ömer bin Hattab’la kuvvetlendir’ diyerek duâ etmişti.”
Ömer bin Hattab ve Ebü’l-Hakem Amr bin Hişam, yani Ebû Cehil. Biri Server-i Kâinat Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmakla ancak İslâm dâvâsının önüne geçilebileceğini teklif eden Ebû Cehil, diğeri bu teklifi kabul edip kararı infaz etmeye kalkan Ömer. Artık, Ömer’in Resûlullah ve İslâmiyet aleyhindeki düşünceleri tamamen aksine dönmüştü. Bir an evvel Fahr-i Alem Efendimizin huzuruna varıp, hidâyet nûruyla kucaklaşmak istiyordu.
“Resûlullah şimdi nerededir?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efedimizin, Ashabından bazılarıylâ Safâ Tepesi eteğindeki Dârü’l-Erkam’da bulunduğunu öğrenince Hz. Habbab’la derhal yola koyuldu. Gözcü Ömer’in silah belde geldiğini içeriye haber verdi. Herkesi bir telâş ve heyacan havası sardı. Sadece biri müstesna: Hazret-i Hamza. Bu büyük İslâm kahramanı elini kılıcının kabzasına atarak, “Bırakın gelsin. Korkulacak ne var? Eğer hayırlı bir maksatla gelmişse, kendisini hayırla ağırlarız. Eğer kötü bir niyetle gelmişse, onu kendi kılıcıyla hallederiz” diye konuştu.
Manzarayı seyreden Fahr-i Âlemin yüzünde tebessümler belirdi. Ömer’in gönlünün hidâyet nûruyla aydınlandığı haberini almıştı. Hiç bir telâş ve endişeye kapılmadan oturduğu yerden, “Telaş edilecek birşey yok, bırakın gelsin. Eğer, Allah, onun hayrını murad ettiyse, kendisini doğru yola iletir” diye emir buyurdu.
Bu emir üzerine kapı açıldı. Kapı önünde bekleyen Ömer, heybetli görünüşü ve silahıyla içeri girdi. Yüzünde öfke değil, muhabbet parıltıları vardı. Gözleri, hak ve hakikatı aramanın aydınlığı içindeydi. Resûl-i Ekremle bir an göz göze geldi. Kâinatın Serveri Efendimizin manevi heybeti karşısında kendinden geçer gibi oldu. Her şeyini unutmuştu. Nebiyy-i Ekremin nûranî bakışları kalb ve ruhunu tesiri altına almış âdeta avuçlamıştı.
Bir müddet birbirlerine bakıştıktan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz sessizliği, heyecan ve telaş havasını, “Neye geldin, ey Hattab’ın oğlu Ömer?” sorusuyla dağıttı. Sonra da elini uzatıp kılıcının bağından tuttu ve, “Allah’ım, bu Hattaboğlu Ömer’dir. Allah’ım, İslâm dinini Hattaboğlu Ömer’le kuvvetlendir” diye duâ etti.
Hz. Ömer, ruhunu hidâyet güneşinin cazibesine kaptırmıştı artık. Resûlullah Efendimizin sualini, “Allah ve Resûlüne ve onun Allah’tan getirdiklerine îmân etmek için geldim” diye cevapladı. Arkasından da kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.1
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz ile ashab’ı kiramın sevinçleri son haddine varmıştı. Hep bir ağızdan yüksek sesle tekbir getirdiler: “Alahü ekber… Alahü ekber…”
Mekke sokaklarından duyulan tekbir sesleri ufukları çınlattı, oradan göklere doğru nûranî dalgalar halinde yükseldi!
Artık Hazret-i Ömer Müslümandı. Kırkıncı Müslüman. Bundan böyle, cesaret, kuvvet ve kahramanlığını şirk için değil, İslâm dini uğrunda kullanacaktı. Kureyşlilerin verdiği karar üzerine Server-i Kâinatın vücudunu ortadan kaldırmaya koşan Ömer, şimdi onun etrafında pervane olmuştu. Yiğitliğine îmânın hadsiz kuvvetini de ekleyen Hazret-i Ömer, bundan böyle Allah için, Resûlullah için müşriklere gözdağı vermeye koşacaktı. Birdenbire parlayan bu ateşîn fıtr, Hz. Muhammed güneşinden feyz ve ışık alarak dünya tarihine adalet timsâli “Âdil Ömer” ünvanıyla geçecektir.
Saf halinde Mescid-i Harama gidiş
Cesaretin gerçek kaynağı olan îmânı kalbine yerleştiren Hazret-i Ömer, artık yerinde duramaz olmuştu. Resûl-i Ekreme, “Yâ Resûlallah, biz ölsek de, yaşasak da Hak din üzere değil miyiz?” diye sordu.
Resûl-i Zîşân, “Evet, varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz kalsanız da, ölseniz de Hak din üzeresiniz,” diye cevap verince, “Öyle ise hâlâ ne diye gizleniyoruz?” dedi. “Seni Hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, korkmadan, çekinmeden, cesaretle bütün şirk meclislerine gidip İslâmiyeti açıklayacağım.”
Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz önde, sağında Hazret-i Ömer, solunda Hazret-i Hamza, diğer sahabîler arkalarında Dârül’l-Erkâm’dan çıkarak Kâbe’ye doğru yol aldılar. Vakur adımlarla, Mescid-i Harama girdiler.
Hazret-i Resûlullahın başını bekleyen müşrikler, bu manzara karşısında şaşırıp kaldılar. Şaşkın, ürkek ve korkak bakışlarla bir Hazret-i Ömer’e, bir Hazret-i Hamza’ya bakıyorlardı. Bir ara cesaretlerini toparlayarak, “Ey Ömer, arkanda ne var, ne ile geldin?” diye sordular.
Hz. Ömer, “Lâ ilâhe İllâllah, Muhammedü’r-Resûlullah ile geldim” dedi ve ilâve etti:
“Kimse yerinden kımıldamasın, yoksa boynunu vururum.”
Müşriklerin sesi sedâsı kesildi. Sanki dilleri tutulmuştu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, serbestçe Kâbe’yi tavaf etti ve namaz kıldı. Müslümanlar da açıktan açığa namaz kıldılar.
Hazret-i Ömer der ki:
“İşte o zaman Allah Resûlü, ‘Hak ile batıl olanın arasını ayırdı,’ diye bana ‘FARUK’ adını taktı.”1
Önce Hazret-i Hamza’nın, arkasından Hazret-i Ömer’in Müslüman olması İslâmın inkişafı ve Müslümanların müşriklerin baskılarından sıyrılarak ibadetlerini serbestçe ifâ etmeleri hususunda büyük bir rahatlık sağladı. Bu bakımdan bilhassa Hazret-i Ömer’in mü’minler safında yer almasının, İslâm tarihinde önemli bir yeri vardı. Bu ehemmiyeti, ashabdan Abdullah bin Mes’ud Hazretleri, “Ömer’in Müslüman olması, İslâmiyet için bir fetih, Müslümanlar için bir şeref ve izzet idi. Medine’ye hicreti nusret, halifeliği de rahmet oldu.
“Ömer Müslüman oluncaya kadar bizler, Kâbe avlusunda açıktan açığa namaz kılamıyorduk”2 diyerek ifâde etmiştir.
* * *