Sema ağlar mı?
Bir yaprakta sahra, bir damlada deniz olmayı hep istemişimdir.
Lakin bunu yapmak için “an”a hükmetmek gerekliymiş.
“An”ın değerini ise “an” geçtikten sonra öğrenebiliyoruz ancak…
Bu sebeple yıllar geçtikçe babaannemi daha iyi anlamaya başlıyorum.
Babaannem; “oğul kâinatın direkleri kâmil insanlardır. Onlar var olduğu sürece kâinat yıkılmaz. Sen sen ol mutlaka kâmil insanların hayatlarını öğren” demişti.
Bir de “Deccala dikkat et onun gelmesi yakındır.
O davul zurnayla gelecek.
Tüm insanları kandıracak.
Sakın ola ki sen kanmayasın.
Ona kanmamak için de mutlaka kâmil insanları bilmen lazım onların peşine takıl” demişti.
“Peki, ben kâmil insanları nasıl tanıyacağım?”
“Ben rahmetlik dedemden bir nasihat işitmiştim; demişti ki, eğer bir gün üstünüze çamur yağarsa bilin ki kâinatın direklerinden birisi daha yıkılmış demektir.
Bilin ki sır kapılarından birisi daha kapanmıştır. Mutlaka bir âlimin yahut bir evliyanın öldüğünü işiteceksiniz
. Eğer o ölen kişi bir tarikat yahut bir çığır açmışsa mutlaka peşinden gidin sahili selamete ulaşırsınız.”
“Peki, babaanne böyle bir şey duydun mu?”
“Evet, oğul bundan tam 18 yıl önce (konuştuğumuz tarih:1978) üzerimize böyle bir çamur yağmıştı.
iki gün dünya kırmızıya boyanmıştı adeta... Ertesi gün işittik ki “Said Nursi vefat etmiş.
O zamana kadar duymamıştım.
Sonra onu hep sordum. Kitaplar yazmış… Hiçbir kâfir kitaplarına karşı çıkamıyormuş.”
Fesuphanallah!!!
Okuryazar olmadığı, Türkçeyi bile bilmediği halde Risale-i Nurlarla imanını nasıl da güçlendirmişti…
Evet, şimdi anlıyorum.
Üstad hazretleri, Şualar’da şöyle diyor; “Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur'âniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü'minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü'minlere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.” (Şualar 645)
Risale-i Nurları okumadan sadece duyduklarıyla yetinerek tahkiki bir imana sahip olmakla kalmamış “hikmet”i de kapmıştı.
***
İnsanların üzerine çamur yağması demek mutlaka bir büyük insanın ölmesi mi demektir.
Oysa son zamanlarda Doğu ve Güneydoğuda Anadolu’da biliyoruz ki Afrika çöllerinde oluşan fırtına sonucu gökyüzüne dağılan toz bulutu gökyüzünde ta buralara kadar ulaşıp yağmur yağdığında toz zerreleri çamur haline gelip yağıyor.
Çok farklı hikmetleri olmakla birlikte, her çamur yağdığında böyle bir sonuca varmak günümüz insanlarına pek mantıklı gelmeyeceği muhakkaktır.
Peki, o zaman yağan çamurların Bediüzzaman’ın vefatıyla gerçekten ilgisi var mıydı?
Dolayısıyla o döneme gitmek zorundaydım ve arşiv tünelinden oralara ulaşmaya çalıştım.
Fakat heyhat…
Hayalen ve arşiven de olsa o tarihte olmak bana azap verdi.
Gerçekten maddi havanın, esen rüzgârların, çıkan gazetelerin, insan manzaralarının hemen hepsi iç karartıcı geldi bana.
Allah adına imaen bile bahsedilmesinin istenmediği bir devrin “acaibat” nesli karşımdaydı.
Gazete manşetlerinde sızan kap kara bir duman, siyaset dalavereleriyle uyuşturucu etkisi yapmış, Osmanlı torunu demeye bin şahidin gerekli olduğu boğucu bir atmosfer…
Ve o atmosferde Bediüzzaman’da gözle görülür bir telaş…
Isparta-Ankara-İstanbul-Ankara-Konya-Isparta hattında süren hızlı ziyaretler…
Sanki Üstad hal ve gezileriyle bir şeyler söylemek istiyor.
Nihayet Ankara’ya son gelişinde talebelerinin davetine icabet etmesi ve belki de zamanın hükümetine başına gelebilecek felakete kefaret-i zünup olması amacıyla manevi bir destek olmak emelini güttüğü halde Ankara’ya sokulmaması…
Bunun için bakanlar kurulu kararını verdirecek kadar da hükümetin korkak davranması, İnönü’nün şerri ve Menderes’in “İnönü fobisi”nden kaynaklanan geri duruşu Üstadı kızdırıp el hareketiyle “tepe taklak düşecekler” demesene sebep olacaktır…
Böylece Ankara’ya girmeden geri gidecektir.
Ve işte o gidişin, “bir devrin battığı yer” olduğunu kimse kavramayacaktı…
O gidişin mülk âleminde bir hüzne, iklimlerde kargaşaya denizlerde kabarmaya neden olacağını kimse düşünmeyecekti.
Melekut alemi Allahın sabur isminden tesellisini alıp sükunetini bozmazken arz öfkesini ve acısını gizlemekten adeta zorlanıyordu.
Zira arzın ruhunu besleyen sır kapılarından birisi daha kapanmak üzeredir.
Arzda özellikle Anadolu’da hissedilir bir matem havası dikkatli kalplerin ızdırabıyla karışmakta…
Bu bozulan manevi atmosferin, farkında olmayan toplumun üzerine istibdat yağmuru olarak yağacağını görenler ise acısını içine gömmektedir…
Belki de en büyük acıyı “yolcusunu” kaybeden kâinat yaşamaktadır.
Kim bilir kâinatın derinliklerinde ne tür anaforlar meydana gelmiştir de yer kürenin acısına ortak olmak istemiştir.
Aslında kâinatın derinliklerine nazarlarımız ulaşmasa da Anadolu semalarında sancılı bulutların hüküm sürdüğünü 1960’ın 23-24 Martında apaçık görmekteyiz.
Hakikaten o günlerde; kardan yağmurlara, yağmurdan doluya değin değişen bir kararsız iklim gözükmektedir...
Sadece karada değil denizlerde de aynı hava hakim.
Hatta denizler az da olsa hıncını bir iki şilebin batmasıyla almak istediği de nazarlarda kaçmıyor.
Nitekim, Karadenizde şarap taşıyan bir Fas tankeri 13 mürettebatıyla batarak boğuluyordu. (24 mart 1960)
Rus şilebi Zincirbozan’da karaya oturuyor. (23 mart 1960)
Haliçte büyük bir infilak oluyor. Bir mavna batıyor. (25 Mart 1960)
23 Marttaki Hürriyet gazetesinin manşetinde şöyle yazılıyordu:
“Sabaha kadar İstanbul da beyaz çamur yağdı.”
Hâlbuki aynı gün ve gece sadece İstanbul da değil belki tüm Anadolu da aynı hava hâkimdi.
Hatta Milliyet gazetesinde çamur haberiyle birlikte atmosferin aldığı şekil de nazarlara sunuluyordu.
“Mardin’de akşamüzeri ufukları kaplayan sarı tozlar şehrin üzerini ince bir tabaka halinde örtmüştür.”
Aslında bu tabaka Doğu Güneydoğu ve İç Anadolu’nun her tarafını kaplamıştı.
Tam araştırılsa belki tüm Anadolu’yu kaplamıştır.
Ve işte o toz bulutu ertesi gün çamur olarak insanların üzerine yağıyordu.
Bunu kalp gözü açık olanlar “sema ağlıyor” demişlerdi.
Evet, o günün şartları, atmosferdeki oluşan olaylar, denizlerin duruşu ve değişken bir havayla birlikte semada yağmur yerine çamur yağması ve o günlerin Bediüzzaman’ın vefatına denk gelmesi “gök ve yerin ağlamasından” başka bir şey değildir.
Bu durumu hala anlamak istemeyenlere ise aşağıdaki ayete Bediüzzaman’ın yaptığı tefsir en iyi cevaptır:
“Gök ve yer onlara ağlamadı. (Duhân Sûresi: 29.)
“Şu âyet, mefhum-u muvâfık ile şöyle ferman ediyor: "Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar." Ve mefhum-u muhâlif ile delâlet ediyor ki, "Ehl-i imânın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin onların üstünde ağlıyor." Yani, ehl-i dalâlet, mâdem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini ıskat ediyor, Sâni'lerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakâret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrîn eder. Onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhâlif ile der: "Semâvât ve arz ehl-i imânın ölmesiyle ağlarlar." Zîrâ ehl-i İmân ise-çünkü-semâvât ve arzın vazifelerini bilir. Hakiki hakikatlerini tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri mânâları İmân ile anlıyor. "Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar" diyor ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-ı Hak hesâbına onlara ve onlar ayna oldukları esmâya muhabbet ediyor.
İşte bu sır içindir ki, semâvât ve zemin, ağlar gibi, ehl-i imânın zevâline mahzun oluyorlar.”
SABRİ ALTUN