Netice
On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz bu isteklerini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu maddeler tesbit edildi:
1) Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudilerin kanları dökülmeyecek.
2) Hayber’den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.
3) Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.
4) Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayr-ı menkul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silahlar ve üzerlerindeki elbiselerinden başka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Resûlullaha bırakılacak.
5) Hz. Resûlullaha bırakılması gereken herhangi bir şey ne surette olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise, Allah ve Resûlünün emân ve himâye taahhüdünün haricinde kalacaklar.1
Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudiler Hayber’den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize şöyle bir teklif getirdiler:
“Biz mal mülk sahipleriyiz. Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız, bırak bizi Hayber topraklarında kalalım!”1
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ve Sahabîler burada duracak durumda değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsâit bulunmuyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (a.s.m.), tekliflerini müsbet karşıladı ve Hayber mahsulatının yarı yarıya bölüştürülmesi şartı ile onların tekrar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından ortadan kaldırılabilecekti.2 Böylece Yahudiler, İslâm devleti ile ziraî bir işletmede ortaklık akdetmiş gibi, işledikleri araziden yarı nisbetinde bir hisse vereceklerdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsul zamanı Abdullah bin Ravâha Hazretlerini Hayber’e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsulatı yarı yarıya ayırır, sonra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilane muamele karşısında Yahudiler, “Yer ve gök bu adalet sayesinde ayakta duruyor!”3 demekten kendilerini alamazlardı.
Şehid ve ölü sayısı
Harp sonunda 1600 kişilik İslâm ordusunun yirminin üzerinde şehid vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi kalelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan 20.000 kişilik Yahudi ordusunda ölü sayısı ise 93’ü buluyordu.4
Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslâm devleti hudutları dahiline alınmış oldu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, henüz Hayber’den ayrılmamıştı. Câfer bin Ebî Talib başkanlığındaki Habeşistan muhacirleri çıkıp geldiler.1 Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun oldu ve bu sevincini şöyle izhar etti:
“Bilmem bu iki şeyden hangisi ile sevineyim? Feth-i Hayber’e mi, yoksa Câfer’in gelişine mi?” buyurdu.2
Medine’ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücahid muhacirlerden bazıları, Habeşistan muhacirlerine, “Biz hicrette sizi geçmişizdir” dedikleri duyulmuştu.
Hattâ bir gün, Hz. Câfer bin Ebî Talib’in Habeşistan’a hicret etmiş bulunan hanımı Hz. Esmâ, Hz. Hafsa’nın ziyâretine gitmişti. Orada Hz. Ömer’le karşılaşmıştı. Hz. Ömer onun Esmâ bint-i Umeys olduğunu öğrenince, “Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de, Resûlullah Aleyhisselâma sizden daha yakınız” demişti.
Hz. Esmâ buna kızmış ve “Hayır! Gerçek senin bildiğin gibi değildir! Vallahi, sizler Resûlullahın yanında bulunuyordunuz da, o sizin aç olanlarınızı doyuruyor, cahillerinizi de vâaz ve nasihat ederek yetiştiriyordu.
“Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak, Allah ve Resûlünün rızasını kazanmak yolunda göze almıştık” dedikten sonra şunu ilave etmişti:
“Vallahi, ben senin bu dediklerini Resûlullaha söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını soracağım!”
O sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimiz geldi.
Esmâ bint-i Umeys, Hz. Ömer’in kendisine söylediklerini nakletti.
Resûl-i Ekrem, “Buna karşılık sen ona ne söyledin?” diye sordu.
Hz. Esmâ, “Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Esmâ’ya, “Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur” buyurduktan sonra ilâve etti:
“Ömer ve arkadaşlarına bir hicret sevabı vardır. Siz gemi halkına ise, iki hicret sevabı vardır!”1
Bunu duyan Habeşistan’dan gelen Müslüman muhacirler de son derece sevindiler. Bu da Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açıkça göstermektedir.
Ganimetler
Hayber’de elde edilen ganimetler, bu gazâya katılmış olsun olmasın, Hudeybiye Sulh Anlaşması sırasında Peygamber Efendimizin yanında bulunan bütün Sahabîlere taksim edildi.2 Zirâ, Cenâb-ı Hak, Hudeybiye seferine iştirak edenlere, Hayber’in fethedileceğini ve kendilerine bol ganimet ihsan edeceğini önceden haber verip müjdelemişti.3
Resûl-i Ekrem Efendimiz ayrıca, Hayber’de gelip İslâm ordusuna katılan Devs Kabilesine mensup dört yüz Müslüman ile, Câfer bin Ebî Tâlib’in (r.a.), başkanlığında Habeşistan’dan dönen ve Hayber’de Müslümanlara kavuşan Habeşistan muhacirlerine de bu ganimetten hisse ayırdı.4
Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle ganimet malları ilk önce beş parçaya ayrıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört parça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.
Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslümanlar arasında taksim etti.1
Hayber’in gayr-ı menkul malları, yeni arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat ve Ketîbe mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat ve Ketibe mülkleri, Müslümanların beşte biri hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytülmale ait olmak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı.2
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe’nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecelerine göre, akrabaları, hanımları, Müslüman erkek ve kadınlar arasında bölüştürüldü.3
Ganimetler arasında, Tevrât’tan müteâddit nüshalar da vardı. Yahudiler bunların iâdesini taleb ettiler. Peygamber Efendimizin emriyle Müslümanlar, Tevrat nüshalarını derhal geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göstermiş oldular. Bu hadise aynı zamanda Müslümanların, Allah tarafından daha önceki peygambere gönderilmiş Mukaddes Kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifâdesiydi.
Yahudilerin, Peygamberimizi zehirlemeye kalkışmaları
Peygamber Efendimizin bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen, Yahudilerin İslâma karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık ateşi bir türlü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı, kötü bir hareketle, hâince bir tertiple cevap vermeyi âdeta kendilerine huy edinmişlerdi.
Hayber fethedilmiş, Peygamberimiz Ashabıyla birlikte istirahata çekilmişti. Savaşla, Resûl-i Ekremi mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer hâince bir tertibin içine girdiler. Onu zehirlemeye karar verdiler. Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellam bin Mişkem’in karısı Zeynep üzerine aldı. Plân gereği Zeynep, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi. Ayrıca Peygamber Efendimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.
Dessas Yahudi kadını kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve “Ey Ebû’l-Kasım! Bunu sana hediye ediyorum” diyerek Peygamber Efendimizin önüne koydu.
Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada hazır bulunan Sahabîler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan Sahabîlere, “Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor”1 buyurdu.
Herkes elini çekti. Sadece Bişr bin Bera Hazretleri ağzına aldığı lokmayı yutmuştu. Et öylesine zehirli idi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehid oldu.2
Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme marifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de sonuçsuz kalınca, Peygamber Efendimiz, bu tertibe âlet olan Zeyneb’i huzuruna çağırdı. Zeynep suçunu itiraf etti. Peygamber Efendimizin, “Bunu neden yaptın?” sorusuna şu cevabı verdi:
“Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmeyecektin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan, kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!”3
Bazı rivâyetlerde, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu taşımayan Peygamberimiz, kadını öldürmeyip affetmiştir.1 Bazı rivâyetlerde ise onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki: Hz. Resûlullah öldürtmemiş, fakat şehid olan Bişr’in varislerine vermiş, onlar kısas olarak öldürmüşlerdir.2
Hayber’de yasaklanan şeyler
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi yasakladı:
1) Esir alınan kadınlara dokunmayı.
2) Ehlî merkeplerin etlerini yemeyi.
3) Yırtıcı, azı dişli hayvanların etini yemeyi.
4) Ganimet mallarının bölüştürülmeden satılmasını veya satın alınmasını.3
Fedek Yahudileriyle anlaşma yapılması
Peygamber Efendimiz Hayber’in fethinden sonra Muhayyısa bin Mesûd’u İslâmiyete dâvet etmek üzere Medine’den iki konak mesafede bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere gönderdi. Fedek Yahudileri bir kaç kere sâir Yahudilerle birleşerek Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmış, ancak buna muvaffak olamamışlardı.
Fedek Yahudileri, Resûlüllahın elçisi Muhayyısa’nın sulh teklifini önce kabul etmediler. Sonra Peygamber Efendimizin üzerlerine yürüyüp, Hayber Yahudilerinin uğradıkları âkibete uğrayacaklarından korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve sulh teklif ettiler. Peygamberimiz onların bu teklifini kabul etti.
Yapılan anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı kendilerine bırakıldı. Diğer yarısı ise Peygamber Efendimize (a.s.m.) mahsus kılındı. Sâir Müslümanlar arasında bölüştürülmedi. Zira, Haşr Sûresinin altıncı âyeti ile, hiç bir askeri hareket yapılmadan, barış yoluyla fethedilen yerler Peygamber Efendimize tahsis buyurulmuştur. Fedek’te aynı durum vuku bulduğu için alınan arazinin yarısı Peygamberimize kaldı.1 Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı, Haşimoğullarının küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için sarfederdi.2
Vâdi’l-Kurâ’nın alınması
Daha sonra Peygamber Efendimiz ordusuyla Hayber’ den ayrılıp Vâdi’l Kurâ’ya hareket etti. Burası Hayber ile Teyma arasındaki köylerin bulunduğu bir yerdi. İslâmdan evvel, Yahudiler buraya yerleşerek imâr etmişlerdi.
Vâdi’l Kurâ Yahudileri de, Benî Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşında yaptıkları hainlikten dolayı cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yanlarına alarak Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi.
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) buradaki Yahudileri önce İslâma dâvet etti. Müslüman oldukları takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakılacağını, kalblerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah’a ait bir iş olduğunu bildirdi.3 Vâdi’l Kurâ ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya hazırlandı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), onları muhasara altına aldı. Muhasaranın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden on kadar adam öldürüldü.4
Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslâma dâvet etti. Yine kabule yanaşmadılar ve mücahidlere karşı koydular. Fakat mücahidlerin hücumuna karşı fazla dayanamadılar, henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki, teslim olmak mecburiyetinde kaldılar.1
Burada, bol miktarda ganimet elde edildi. Resûl-i Ekrem usulüne göre ganimeti beş kısma ayırdı. Dört payını mücahidler arasında bölüştürdü. Bir payını da Beytülmale ayırdı.
Arazisi ise, Hayber’de olduğu gibi orada bulunan ahaliye, mahsulatının yarı yarıya bölüştürülmesi şartı ile bırakıldı.2
Teyma Yahudilerinin cizye vermeyi kabul etmesi
Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ile Tebük arasında bulunan Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Vâdi’l Kurâ’da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple İslâm ordusu buraya gelir gelmez, cizye vermeyi kabul ettiler. Dolayısıyla yurtlarından ayrılmamış, toprakları da ellerinden gitmemiş oldu.3
Hayber fethinin önemi
Hayberin fethi ile hemen hemen Arabistan’daki bütün Yahudiler İslâm devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye Sulhu ile müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulunduğundan, bu fetih ile İslâmiyet büyük bir serbestiyet imkânına kavuşuyordu.
Hudeybiye Anlaşmasıyla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koşmaları veya onlarla işbirliğine girişmeleri önlenirken, bu fetih ile de Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir işbirliğine teşebbüsleri bertaraf edilmiş oluyordu. Artık, ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müşriklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böylelikle Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı her zaman kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı.
Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü, Hayber’in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerin harp sanatını çok iyi bildikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.
Bütün bunlara rağmen, İslâm ordusu karşısında mağlup düşmeleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim Hayber fethinden sonra, civar kabileler teker teker kendi arzularıyla gelip İslâm hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir.
Bu bakımdan Hayber’in fethi, İslâm tarihinde önemli bir yer işgal eder.
* * *
Peygamberimizin Hz. Safiyye ile Evlenmesi
Hayber Fethinde esir alınanlar arasında Hz. Safiyye de bulunuyordu.
Asıl ismi Zeyneb olan Hz. Safiyye, Benî Nadir reisi Huyey bin Ahtab’ın kızı idi. Annesi ise, Benî Kurayza Yahudileri reisleri eşrâfından olan Semevel’in kızı Berre idi. Hayber Yahudileri reislerinden Rebi’ bin Hukayk’ın oğlu Kinâne ile yeni evlenmişti. Hayber günü Rebî’ öldürülünce dul kalmıştı. Müslümanlar tarafından da Kamus Kalesinin teslim olması sırasında esir alınmıştı.1
Esirler toplandığı zaman Dihyetü’l-Kelbî, Resûl-i Ekrem Efendimize gelip bir cariye istemişti. Peygamber Efendimiz de esirler arasından bir câriye almasına müsaade buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Dihye, Hz. Safiyye’yi beğenip almıştı.2
Fakat, Ashab-ı Kirâm Hz. Safiyye’nin Hayber reisinin gelini ve Benî Nadir’in en şerefli bir âile kızı olduğunu düşünerek bunu uygun görmedi. Hz. Resûlüllaha gelerek şöyle dediler:
“Yâ Resûlallah! Benî Kurayza ve Benî Nadirlerin reisi Huyey’in kızı Safiyye’yi Dihye’nin alması uygun değildir! Onu ancak sen almalısın?”3
Peygamber Efendimiz bu itirazı kabul etmediği takdirde Ashab-ı Güzînin kalben rahatsız olacakları muhakkaktı.
Bunun üzerine, Efendimiz, Hz. Dihye’ye başka bir kadın almasını emir buyurdu. Hz. Bilâl’i de Hz. Safiyye’yi getirmeye gönderdi.
Hz. Bilâl’in Hz. Safiyye’yi getirmesi
Hz. Bilâl, Hz. Safiyye’yi yine esir düşen amcası kızı ile alıp getirirken onları Yahudi erkeklerinden iki kişinin cesedinin yanından geçirdi. Amcası kızı bu manzarayı görür görmez feryad ve figana başladı. Yüzünü parçalayıp, başına topraklar saçtı.
Uzaktan durumu farkeden Resûl-i Ekrem Efendimiz, yanına gelen Hz. Bilâl’e şöyle buyurdu:
“Ey Bilâl! Senden merhamet ve şefkat duygusu sökülüp atıldı mı ki, bu kadıncağızları ölülerinin yanından geçiriyorsun?”1
Hz. Bilâl mahcup mahcup huzurda boynunu büktü. “Yâ Resûlüllah! Zâtınızın bundan rahatsız olacağını tahmin etmemiştim” diyerek özür diledi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Hz. Safiyye’yi arka tarafına almalarını emrederek üzerine de omuz atkısı örttü. Bunun üzerine Sahabîler, Peygamber Efendimizin (a.s.m.), onu kendisine başkomutanlık hakkı (Safiy) olarak aldığını anladılar.2
Peygamber Efendimizin harp sonrası bir prensibi de, mağlup ettiği veya teslime mecbur bıraktığı düşmanla uzlaşma yoluna gitmesi idi. Hz. Safiyye âilesi, Yahudiler arasında itibarlı ve şerefli bir âile idi. Elbette, onun mevkiinin muhafazası İslâmiyet ve Müslümanlar için iyi neticeler ve faydalar doğurabilecekti. Bir diğer husus da Resûl-i Ekremin bazı evliliklerinde siyasi durumu göz önünde bulundurması idi. Bir kabilenin veya bir kavmin ileri gelenlerinden birinin kızını almakla, o kavmi, o kabileyi düşman ise İslâmiyet ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını en azından hafifletip yumuşatıyor, dost ise bu dostluğun daha da kuvvet bulmasını sağlıyordu. Hz. Cüveyriye ve Hz. Ümme Habîbe ile evlenmelerinde bu hususlar gayet açık bir şekilde görülür.
Hz. Safiyye’nin tercihi
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Hz. Safiyye’ye İslâmı anlattı ve şöyle buyurdu:
“Eğer Müslüman olursan, ben seni kendime zevce edineceğim.
“Şayet Yahudiliği tercih edecek olursan seni âzad ederim. Sen de gider kavmine kavuşursun!”1
Resûl-i Kibriyâ Efendimizle bir kerecik olsun görüşüp kendisinden bir kaç kudsî kelam duyan Hz. Safiyye, tercihini doğru yaparak, aynı zamanda safiyetini ve derin anlayışını açıkça ortaya koydu:
“Yâ Resûlallah! Siz beni İslâmiyete dâvet etmeden önce, konak yerine geldiğimde, Müslümanlığı arzulamış ve seni tasdik etmiş bulunuyordum.
“Yahudilikle benim hiç bir ilgim kalmamış ve ona artık ihtiyacım da yoktur. Hayber’de de artık ne babam, ne de kardeşim vardır.
“Sen, beni küfürle, İslâmiyetten birini seçmekte serbest bırakıyorsun. Allah ve Resûlü, bana âzad edilmemden ve kavmimin yanına dönmemden daha sevgilidir. Ben onları tercih ediyorum!”2
Resûl-i Ekrem, Hz. Safiyye ile Hayber’de gerdeğe girmedi. Sibar mevkiine geldiği zaman ise Hz. Safiyye bu işe muvafakat etmedi. Ancak Hayber’den on iki mil kadar uzaklaştıktan sonra Sahba’da muvafakat etti. Peygamberimiz, “Sibar’da konmak istediğim zaman, razı olmamanın sebebi ne idi?” diye sorunca, Hz. Safiyye, “Yâ Resûlallah” dedi, “Yahudilerin yakınında sana bir zararın gelebileceğinden korkmuştum. Onlardan uzaklaşınca emniyete kavuştum.”3
Peygamberimiz, onun bu bağlılığından son derece memnun oldu. Resûl-i Ekrem, Sahba’ mevkiinde Hz. Safiyye ile kendisine âit çadırda gerdeğe girdi.
Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye’nin yüzünde bir darbe çürüğü gördü. Sebebini sordu. Hz. Safiyye şöyle izah etti:
“Kinâne bin Rebi’ ile evlendiğim ilk gece bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda Medine tarafından bir ayın gelip kucağıma düştüğüne şâhid oluyordum. Bunu Kinâne’ye anlatınca kızdı ve ‘Sen ancak Hicaz hükümdarı Muhammed’e varmak istiyorsun!’ diyerek yüzüme bir tokat vurdu. Onun izi kaldı.”1
Hz. Ebû Eyyubel-Ensarî, kılıcını kuşanıp o gece sabaha kadar çadırının etrafında dolaşarak Peygamber Efendimizi beklemişti.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, sabahleyin erken çadırından çıkınca, Hz. Ebû Eyyûb tekbir getirdi. Peygamber Efendimiz onu elinde kılıç, çadırın yanında görünce, “Yâ Ebâ Eyyûb! Nedir bu halin?” diye sordu.
Bütün gece gözü uyku tutmayan fedakâr Sahabî, “Yâ Resûlallah” dedi, “harpte babasını, kardeşini, kocasını, amcasını, akraba ve taallûkatını kaybeden ve henüz yeni Müslüman olan bu kadından sana bir zarar gelebileceğinden korktum da, çadırını bekledim.”2
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, mübârek tebessümleri arasında, “Allah, seni hayra erdirsin” buyurdu ve arkasından ona şu duâyı yaptı:
“Allah’ım! Beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb’u koru!”3
Mücahidlerin sabah namazını geçirmeleri
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashab-ı Kiramla Medine’ye yaklaşmıştı. Sabah namazı vaktine de fazla bir zaman kalmamıştı. Mücahidler bütün gece yol aldıkları için, bir nebze istirahat etmek maksadıyla Peygamber Efendimizin emriyle bir yerde konakladılar.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sabah namazı vaktimizi kim bekleyecek, belki uyuyabiliriz” diye Ashab-ı Kirama sordu. Hz. Bilâl ayağa kalkıp, “Ben beklerim yâ Resûlallah” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimizle mücahidler uyudular.
O sırada Hz. Bilâl de namaza durdu. Uzun müddet namaz kıldı. Sonra çökmüş devesine yaslanarak sabah namazı vaktini gözlemeye başladı. Bu arada uykuya daldı. Mücahidlerin “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi Râciun” demeleriyle ancak uyanabildi. Güneş doğmuş ve her taraf aydınlanmıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz telaşla, “Ey Bilâl! Nedir bu yaptığın bize?” diyerek sitem etti.
Hz. Bilâl, “Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Senin ruhunu tutan Kudret, benim de ruhumu tuttu bırakmadı” deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz gülümseyerek, “Doğru söyledin” buyurdu.1
Sahabîlerin uyuya kaldıkları vadiden çıkılınca, Peygamberimiz, “Burası şeytanların eyleştiği bir vadidir” buyurdu ve abdest alınmasını emretti. Efendimiz de abdest aldıktan sonra Hz. Bilâl’e, “Ey Bilâl! Ezanı oku” diye emretti.
Ezan okununca Müslümanlar toplandı. Peygamber Efendimiz onlara, “Sabah namazının sünnetini kılınız” buyurdu.
Sünnet kılındıktan sonra Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Ey Bilâl! Kàmet getir” dedi.
Hz. Bilâl kâmet getirdi. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) imam olup namazı kıldırdıktan sonra, Ashab-ı Kirama döndü ve şöyle buyurdu:
“Herhangi biriniz, uyur veya unutuverir de namazını geçirirse, onu vaktinde kıldığı şekilde kılsın, kazâ etsin.”1
Fahr-i Kâinat Efendimiz, bütün bu olup bitenlerden sonra mücahidlerle birlikte tekrar Medine’ye doğru yol aldı. Uhud Dağı görününce, “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi” buyurdu.
Ordusuyla Medine’ye girerken de şöyle duâ etti: “Yâ Rabbi! Senden başka Ma’bud yoktur, yalnız Sen varsın. Senin ortağın yoktur. Bütün mülk senindir. Bütün hamd de Senindir.
“Allah’ım! Biz Sana yöneldik, günahlarımızdan tövbe ediyoruz. Biz ancak Rabbimize ibadet, Rabbimize secde, Rabbimize hamd ederiz.
“Rabbimiz va’dinde sadıktır; kulu Muhammed’e nusret etmiştir, yalnız başına bütün düşman topluluklarını hezimete uğratıp sindirmiştir.”2 (*)
* * *
Kaza Umresi
Hicretin 7. senesi, Zilkâde ayı. (Milâdî 628.) Bu tarihten bir sene önce, Peygamber Efendimiz ve Ashab-ı Kiramın Kâbe’yi ziyaret edip umre yapmalarına, Kureyş müşrikleri mani olmuşlar ve imzalanan Hudeybiye Anlaşmasıyla Resûl-i Ekrem ve Müslümanların bu niyet ve arzularının tahakkuku bir sene sonraya bırakılmıştı.
Cenab-ı Hakkın yardımıyla Peygamber Efendimiz bu bir sene zarfında bir çok muzafferiyetler elde etmişti. Devrin hükümdarlarını İslâmdan haberdar etmiş ve onları İslâma dâvette bulunmuştu. Bunlardan bir kısmı İslâmiyetle müşerref olmuşlardı. Ayrıca Hayber’i fethederek, hemen hemen Arabistan Yarımadasında bulunan bütün Yahudileri tesirsiz hale getirmişti. Yine, İslâmiyetin gittikçe güç kazandığını, kuvvet elde ettiğini göstermek babında da bir çok kabilelere askerî birlikler göndererek onları itaat altına almıştı.
Bütün bunlardan sonra, Kâbe’yi ziyaret ve umrenin yerine getirilmesi zamanı artık gelmiş bulunuyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Zilkâde ayı girince, Ashabına umre için hazırlanmalarını emretti. Bu emre göre, Hudeybiye Seferine katılmış bulunanlardan hayatta olanların hiç biri geri kalmayacaktı.1
O sırada Medine’ye gelmiş kimsesiz ve yardıma muhtaç bir çok Müslüman vardı. Efendimize başvurarak, “Yâ Resûlallah! Bizim ne azığımız, ne de bizi doyuracak bir adamımız var” diyerek durumlarını arzettiler.
Resûl-i Ekrem, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, onlara bakmalarını Medine halkına duyurdu. Bunun üzerine Ashab-ı Kiram, “Yâ Resûlallah” dediler, “biz, sadaka olarak neyi verelim? Verecek hiç bir şey bulamıyoruz ki.”
Resûl-i Zişan Efendimiz, “Ne olursa, isterse yarım hurma olsun” buyurdu.
Server-i Kâinat Efendimiz, yerine Uveyf bin Azbat’ı vekil tayin ederek, umre için hazırlanmış bulunan 2000 civarındaki Müslüman ile Medine’den Mekke’ye, Beytullaha doğru yola çıktı.1 Müslümanlar yanlarında altmış kurbanlık deve götürüyorlardı. Peygamber Efendimiz, kendi kurbanlık devesini bizzat mübarek elleriyle işaretlemişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ayrıca, Kureyş müşrikleri tarafından herhangi bir saldırı ve karşı koymaya maruz kalabilirler düşüncesiyle yüz at ve miğfer, zırh gömlek ve mızrak gibi harp silahları da almıştı. Halbuki, yapılan anlaşma gereği, beraberinde sadece yolculuk silahı sayılan kılıç olacak o da kınına sokulu vaziyette bulunacaktı. Öyle ise va’dinde hiç bir zaman hulf etmeyen Hz. Resûlullah neden böyle hareket ediyordu. Bu husus Sahabîlerin nazarından kaçmadı. Sordular:
“Yâ Resûlallah! Müşriklerle, sadece kınına sokulu kılıçla geleceğine dâir ahdin vardı. Halbuki sen silah taşımaktasın?” dediler.
Hz. Fahr-i Âlem, sebebini şöyle izah etti:
“Biz, bu silahları Hareme, Kureyşlilerin yanına götürmeyeceğiz. Fakat her ihtimâle karşı yanımızda bulunduracağız!”2
Müslümanların kalbi heyecan ve sevinçle atıyordu. Muhacirlerin duydukları sevinç ve heyecan ise tarife sığacak gibi değildi. Yedi sene önce terk etmek zorunda kaldıkları baba ocağına kavuşacaklar, Kâbe-i Muazzamayı ziyaret edeceklerdi. Hepsinden de mühimi kendilerini hakir gören, kendilerine olmadık eziyet ve işkencelerde bulunan Kureyş müşriklerine İslâmın izzet, şeref, azamet ve haşmetini göstereceklerdi. Bu sebeple gönülleri heyecan doluydu.
Zülhuleyfe mevkiine varılınca Resûl-i Ekrem Efendimiz Muhammed bin Mesleme’nin kumandanlık ettiği süvarilerle birlikte silah yüklerini ve kurbanlık develeri önden gönderdi ve orada ihrama girdi.1
Artık, etraf Allah Resûlü ve Müslümanların telbiye sadalarıyla âdeta sarsılıyordu:
“Lebbeyk Allahümme lebbeyk!
“Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk!
“İnnel hamde venni’mete leke ve’l-mülk! Lâ şerike leke.”2
Önden giden Muhammed bin Mesleme komutasındaki yüz atlı birliği ve beraberinde götürdükleri silahlar, Merruzzehran mevkiinde müşriklerin bir kaç adamı tarafından görüldü. “Nedir bunlar?” diye sordular.
Muhammed bin Mesleme, “Resûlullah Aleyhisselâmın süvarileridir” dedi ve devam etti:
“Kendileri de inşaallah yarın sabah burada olacaklardır.”3
Adamlar şaşkına döndüler ve son sür‘at yol alarak haberi Mekke’ye ulaştırdılar. Müşrikleri, bir korku ve telaş sardı. Ve “Muhammed üzerimize yürüyor” diyerek durumdan birbirlerini haberdar ettiler.
Gerçi Hz. Resûlullah Hendek Harbinden sonra, “Artık, onlar bizim üzerimize değil, biz onların üzerine yürüyeceğiz” buyurmuşlardı, ama bu sefer, o gaye ile tertip edilmiş değildi. Sadece, anlaşmada da belirtildiği gibi Kâbe’yi tavaf etmek, umrelerini yapmak maksadıyla yola çıkmışlardı.
Buna rağmen müşrikler fazlasıyla endişeye kapıldılar. Derhal Resûl-i Ekrem Efendimize işin gerçek mahiyetini öğrenmek için adamlarını gönderdiler.
Telbiye sadalarıyla Zülhuleyfe’den ayrılan Peygamber Efendimiz, Müslümanlarla birlikte Merruzzehran’a geldi. Oradan bütün silahlarını Batn-ı Ye’cec mevkiine gönderdi. Silahları beklemek üzere de Evs bin Havlî başkanlığında iki yüz kişiyi vazifelendirdi.1
Daha sonra Peygamber Efendimiz, Ashabıyla yol alarak oradan Mekke’nin rahatlıkla görüldüğü Batn-ı Ye’cec mevkiine vardı.
Bu sırada Kureyş temsilcileri çıkıp geldi. “Yâ Muhammed,” dediler, “herhalde sana, bizim küçük veya büyük herhangi bir hıyânetimiz, vefâsızlığımız haber verilmiş değildir. Buna rağmen, Hareme, kavminin yanına, böyle silahlı mı gireceksin?
“Halbuki, oraya, yolcu silahı olan kınlarına sokulu kılıçlardan başka bir şeyle girmemek şartını kabullenmiştin?”
Peygamber Efendimiz meseleyi şöyle izah etti:
“Harem’e kınlarında sokulu kılıçlardan başka bir silahla girecek değiliz. Ben çocukluğumdan beri hayatımın her safhasında ancak verdiğim sözde durmakla, vefakârlıkla tanınmış, bilinmişimdir. Fakat, silahların bana yakın bir yerde bulunmasını isterim.”
Kureyş baştemsilcisi Mikrez bin Hafs, aynı sözleri tasdik etti:
“Senden beklenen, sana yaraşan da iyilik ve vefakârlıktır.”2
Durum, temsilciler tarafından süratle Kureyşlilere ulaştırıldı. İçlerini kemiren düşmanlık duygusunun eseri olarak, Müslümanların bu muhteşem sevinç ve nuranî bayramlarını yakından temaşa etmemek için, Kureyşliler Mekke’yi boşalttılar.3
Peygamber Efendimiz Mekke’de
Hz. Resulüllah, müstesnâ bir ihtişam ve vekarla devesi Kasvâ’nın üzerinde Mekke’ye girdi. Müslümanlar etrafında tecessüm etmiş nurdan yıldızları andırıyorlardı. Bu yıldızların arasında Server-i Kâinat Efendimiz bir güneş gibi parlıyordu. Tam bir intizam ve haşmet içinde adım adım Kâbe’yi Muazzamaya, Beytullaha yaklaşıyorlardı. “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” nidâları Mekke’nin her tarafına yayılıyor, dağlar, taşlar bu nûranî sadaya cevap veriyorlardı. Müşrikler ise kuytu yerlerde, dağ başlarında âdeta bu ulvî sadaya kulaklarını tıkamış, bu haşmetli manzara karşısında gözlerini kapatmışlardı.
Kasvâ’nın yuları şâir Abdullah bin Ravâha’nın elindeydi. Hz. Resulüllahın önünde gidiyor ve şu şiirini söylüyordu:
“Ey kâfir oğulları, Resûlullahın yolundan çekiliniz!
“Rahman olan Allah, onun Hak Peygamber olduğuna dâir âyetler indirdi.
“Bütün hayır ve iyilik Allah Resûlünde ve onun yolundadır.
“En hayırlı, en şerefli ölüm de onun yolunda çarpışarak ölmektir!”1
Bu ulvî ve nurânî manzara arasında Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar telbiyelerle Beytullaha vardılar. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Harama girince, omuz ihramının bir ucunu sağ koltuğunun altına alıp, sol omuzunun üzerine atarak sağ omuzunu açtı ve “Bugün, kendisini, şu şirk ehline kuvvetli ve zinde gösterecek kahramanları Allah rahmetiyle yarlığasın, esirgesin”2 buyurdu.
Sonra, Sahabîlere, Kâbe-i Muazzamayı üç kere koşa koşa ve omuzlarını silke silke tavaf etmelerini emretti.(*)3 Zira, Kureyş müşrikleri, “Yanımızdan çıkıp gittikten sonra Muhammed ve Ashabı hastalık ve yoksulluğa uğramıştır” diyerek dedikoduda bulunarak, bir nevi kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı.
Cenab-ı Hak, bütün bu dedikodularını sevgili Resûlüne bildirdiği için, o da Ashab-ı Kirama güçlü ve kuvvetli görünmelerini emrediyordu.
Kâbe’yi tavaf
Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz Kasvâ’nın üzerinde idi. Kasvâ’nın yuları ise Abdullah bin Ravâha’nın elindeydi. Sahabîler de sağ omuzlarını açmış, tavaf için bekliyorlardı.
Peygamberimiz, Hacerü’l-Esved’in yanına vardı ve elindeki değnekle dokunarak onu istilâm etti. Sonra da değneği öptü. Ashab-ı Kiram da aynı şeyi yaptı.
Ashab-ı Güzin tavafın ilk üç devresinde Peygamberimizin emri gereği, hızlı hızlı ve çalımlı yürüdüler. Üç tavafı böylece tamamladılar.
Abdullah bin Ravâha, hem Kâbe’yi tavaf ediyor, hem de şiir söylemeye devam ediyordu:
“O Allah’ın ismiyle başlarım ki, dininden başka gerçek din yoktur Onun.
“O Allah’ın ismiyle başlarım ki, Muhammed Resûlüdür Onun.
“Çekilin, ey kâfir oğulları Resûlullahın yolundan!”1
Hz. Ömer, bu hareketinden hoşlanmadı:
“Ey İbni Ravâha! Sen, Resûlullahın önünde, Allah’ın Hareminde bu şiiri söyleyip duracak mısın?” diyerek susmasını istedi.
Hz. Ömer’e, Resûl-i Zişân Efendimiz cevap verdi:
“Ey Ömer! Ona manî olma! Vallahi, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çok tesirlidir.”2
Sonra da Abdullah bin Ravâha’ya dönerek, “Devam et! Devam et! Ey İbni Ravâha” dedi.3
Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Zişan Efendimiz, Abdullah bin Ravâha’ya şu duayı okumasını emretti:
“Allah’tan başka İlâh ve Ma’bud yoktur! Bir olan Odur! Va’dini gerçekleştiren Odur! Bu kuluna nusret veren Odur! Askerlerine kuvvet veren Odur! Toplanmış bulunan kabileleri bozguna uğratan da yalnız Odur.”4
Ashab-ı Kiramda Hz. Resûlullahın öğrettiği bu duayı hep bir ağızdan söylemeye başladılar.
Müşriklerin şaşkınlığı
Yürekleri düşmanlık, hınç ve kıskançlık dolu müşrik ileri gelenleri, Hz. Resûlullah Efendimizle Ashab-ı Kiramı gözetlemek maksadıyla dağ başlarına çıkmışlardı.
Müslümanların, koşa koşa ve omuzlarını silke silke Kâbe-i Muazzamayı üç kere tavaf ettiklerini görünce, şaşkınlık ve hayretlerini şöyle izhar ettiler:
“Demek, Medine’nin humması, sıtması onları zâif düşürmemiş!
“Baksanıza yürümeye kanaat etmeyip, silkine silkine koşuyorlar!”2
Peygamber Efendimiz, Kâbe’yi yedi kere tavaf ettikten sonra Makam-ı İbrahim’de iki rekât tavaf namazı kıldı. Daha sonra sa’y yapmak üzere Safâ Tepesine çıktı. Yine devesi Kasvâ’nın üzerinde olduğu halde, Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi kere sa’y yaptı. Merve’de sa’y tamamlandıktan sonra da kurbanların kesilmesine geçildi. Müslümanlar da Merve’de Hz. Resûlullahla birlikte kurbanlarını kestiler. Yine burada Ashabdan Hıraş bin Ümeyye, Resûl-i Ekrem Efendimizin başını kazıdı. Sahabîler de başlarını tıraş ettiler.3
Böylece Hz. Fahr-i Âlem Efendimizin Hudeybiye seferinden önce, görmüş olduğu rüyâ aynen çıkmış oluyordu.
Hz. Bilâl’in ezan okuması
Umre tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kâbe’nin içine girmek istedi. Ancak müşrikler, “Bu, anlaşmamızda yoktu” diyerek müsaade etmediler.
Öğle vakti girmişti. Kâbe’ye girmesine müsaade edilmeyen Resûl-i Ekrem, Hz. Bilâl’e Kâbe’nin üzerine çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygamberimiz ve Müslümanlar, Hz. Bilâl’in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşû ve huzur içinde dinlerken, müşrik ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünüyorlardı. Herbirinin ağzından nahoş laflar çıkıyordu. Ebû Cehil’in oğlu İkrime, “Allah, Ebû Cehil’e bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsanında bulunmuştur” dedi.
Müşrik Safvan bin Ümeyye, “Şükür ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü” diyerek tedirginliğini ifâde ediyordu.
Halid bin Esîd ise, hadiseden duyduğu üzüntüyü, “Şükürler olsun Allah’a ki babamı öldürdü de, Bilâl’in Kâbe üzerine dikilip bağırdığı bu zamanı görmedi!” diyerek ifâde ediyordu.
Bu arada ezanı işitince hiç bir şey söylemeden yüzünü kapayanlar da görülüyordu.1
Onlar kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar ederken, Ashab-ı Kirâm ise saf bağlamış, âlemlerin Rabbi Allah’ın huzurunda el pençe namaza duruyorlardı. Öğle namazı burada edâ edildi.
Hz. Meymûne’nin Peygamberimize nikahlanışı
Asıl ismi Berre olan Hz. Meymûne, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl ile Hz. Câfer’in hanımı Esmâ’nın kızkardeşi idi. Kocasının ölümüyle dul kalmıştı.2
Hz. Abbas, Peygamber Efendimizin onu almasını arzu ediyordu. Bu nedenle Efendimizi her gördüğünde ondan medih ve takdirde bahsederdi.
Son olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz, umre için Medine’den yola çıkıp Cuhfe’ye gelip konduğu sırada, Hz. Abbas gidip orada kendisiyle buluşmuştu. O sırada Efendimize, “Yâ Resûlallah! Meymûne bint-i Hâris, dul kaldı. Onu kendine zevceliğe kabul buyursan olmaz mı?” diye teklifte bulundu.3 Peygamber Efendimiz de bu teklifi kabul etti.
Resûl-i Ekrem henüz Mekke’den ayrılmamıştı. Hz. Resûlullahın kendisine dünür olduğu haberini devesinin üzerinde iken alan Hz. Meymûne, “Deve de, üzerindeki de Resûlullah Aleyhisselâmındır” diyerek memnuniyet ve sevincini açıkladı.4
Hz. Abbas da bunun üzerine, Peygamberimizden dört yüz dirhem mehir alarak Hz. Meymûne’yi ona nikâhladı.1
Peygamber Efendimizin (a.s.m.), Hz. Meymûne ile evlenmesinden Kureyş müşrikleriyle arasında bulunan gerginliği bir derece yumuşatmak maksadını güttüğü de söylenebilir. Zirâ, bir müddet daha kalıp Kureyşlilerle konuşma fırsatını elde etmek için bunu vesile kılmak istediğini görüyoruz. Hudeybiye Muâhedesine göre tesbit edilen kalma müddeti üç gündü. Üç gün dolunca Efendimiz, Kureyş ileri gelenlerine şöyle bir teklifte bulundu:
“İsterseniz, âilemle evlenme merasimi yapmak üzere burada üç gün daha kalayım ve teptipleyeceğim düğün ziyafetine sizi de dâvet edeyim.”
Fakat, Kureyş ileri gelenleri bunu kabul etmediler. Temsilci göndererek, Peygamberimizden Mekke’den çıkıp gitmesini istediler.
O sırada Efendimizin yanında Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden Sa’d bin Ubâde vardı. Kureyş temsilcilerinin Resûl-i Kibriyâ Efendimize sert konuştuklarına tahammül edemedi ve onlardan biri olan Süheyl bir Amr’a şöyle çıkıştı:
“Burası ne senin, ne de babanın toprağıdır.
“Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâm buradan ancak anlaşma hükmü gereği kendi rızasıyla çıkar. Yoksa zorla çıkıp gitmez.”
Bunun üzerine Kureyş’in iki temsilcisi seslerini kestiler.
Peygamber Efendimiz ise bu manzaraya tebessüm buyurdular.2
Mekke’de kalma müddeti dolunca
Hudeybiye Anlaşması gereğince, Mekke’de kalma müddeti olarak tayin edilen üç gün dolmuştu.
Hayatı boyunca düşmanı ile dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği halde, ahdine ters düşmemek için Mekke’yi, Kâbe-i Muazzamayı terk etmek zorunda kalıyordu. Aslında bu bir mânâda uzaklaşmak değil, Mekke’yi fethetme zamanına gün be gün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke’nin fethini, onunla birlikte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.
Bu üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke’deki bir çok akrabalarıyla görüşme imkânına da kavuşmuşlardı. İman hakikatlarını ve İslâm ahlâkının güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını bulmuşlardı. Doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu müşriklerin de gözleri önünde nuranî bir manzara halinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde müşrik azılıları hariç, halktan bir çok kimsenin gönlünde iman ve İslâma karşı sıcak bir ilgi, samimi bir istek uyanmıştı. Âdeta, Mekke fethedilmeden evvel, halkından bir çoğunun gönlü fethe hazır hale gelmişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ashabıyla Mekke’den ayrıldığı sırada arkasından mâsum bir ses duydu:
“Amca! Amca!”
Dönüp baktılar. Sesin sahibi şehidlerin efendisi Hz. Hamza’nın biricik kızı Ümâme idi. Mekke’de bulunuyordu. Sesinde bir imdad, bir “Beni kurtarın bu şirk diyarından” ifâdesi ve mânası vardı. Ve sanki, bütün Mekke, bir ağız olmuş, “Beni bırakma” diye bu biricik yavruyla birlikte imdad diliyordu.
Kalbi, şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine’ye beraberinde getirdi.1
Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashabıyla Mekke’den ayrıldıktan sonra Serif mevkiinde konakladı. Orada Hz. Meymûne ile evlendi.2
Medine’ye dönüş
Peygamer Efendimiz, akşamleyin Serif’ten ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı içinde Medine’ye geldi.3
Hz. Hamza’nın Selma bint-i Ümeys’ten doğan kızı Ümâme, Mekke’ye getirilince üzerinde münakaşa çıktı.
Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd bin Hârise ile Hz. Hamza’yı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetinden sonra Hz. Hamza’nın çocuklarının velisi ve vasisi kendisi olduğunu söyledi ve “Kardeşimin kızını görüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım” dedi.
Hz. Câfer bunu duyunca hemen itiraz etti: “Teyze de bir annedir. Hanımım Esmâ bint-i Ümeys, Ümâme’nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım.”
Hz. Ali ise buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti. “Amcamın kızını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim” dedi. “Siz ona, neseben benim kadar yakın değilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!”
Meseleyi neticeye bağlamak Hz. Resûlullaha kalmıştı. “Ey Zeyd! Sen, Allah’ın ve Resûlünün dostusun. Ey Ali! Sen de benim kardeşim ve arkadaşımsım. Ey Câfer! Sen de bana yaratılış ve huyca en çok benzeyensin” dedikten sonra şu kararı verdi: “Ey Câfer! Ümâme’yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın! Çünkü; onun teyzesiyle evli bulunuyorsun. Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine nikâhlanıp gelemez!”1
Hz. Resûlullah bu hükmü verince, Hz. Câfer sevincinden birden ayağa kalktı. Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürümeğe başladı.
Resûl-i Ekrem, “Ey Câfer! Nedir bu yaptığın?” diye sorunca, Hz. Câfer şöyle izah etti:
“Yâ Resûlallah! Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necaşî de bir kimseden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi.”2
* * *
Hicretin Yedinci Senesinin Diğer Önemli Hâdiseleri
Hz. Ömer’in Türebe’ye gönderilmesi
Peygamber Efendimiz, Havazin Kabilesinden dört oymağın, Medine’ye takriben 10 km. uzaklıkta bulunan Türebe Vadisinde bir araya geldiklerini haber aldı. Bu oymaklardan biri olan Sa’d bin Bekroğulları, Hayber Yahudilerinin Hicretin altıncı yılında Medine’ye yapacakları baskında kendilerine yardım edecekleri va’dinde de bulunmuşlardı.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin 7. senesi Şaban ayında Hz. Ömer’i otuz kişilik bir askerî birliğin başına kumandan tayin ederek Türebe’ye gönderdi.
Düşman, mücahidlerin kendilerine doğru gelmekte olduğunu haber almış ve kaçmıştı. Oraya varan İslâm birliği kimseye rastlamadı.
Hz. Ömer, emrindeki birlikle buradan ayrılarak Medine yolunu tuttu. Cedr denilen mevkie geldiklerinde kılavuz, orada bulunan Has’amoğulları üzerine yürümesini teklif edince, Hz. Ömer, “Resûlullah (a.s.m.), onlarla çarpışmamı emretmemiştir” dedi.
Hiç bir çarpışma olmadan Hz. Ömer birliğiyle Medine’ye döndü.1
Hz. Ebû Bekir’in Havazinlilere gönderilmesi
Bir bakıma Hz. Ömer’in Türebe’ye yaptığı seferi tamamlamak mahiyetini taşıyan bu seferde, Peygamber Efendimiz, yine Şaban ayında Hz. Ömer döndükten sonra Hz. Ebû Bekir’i Necd bölgesindeki Havazinliler üzerine yürümek için vazifelendirdi. Beraberindeki askeri birlikle Havazinlilerin yurduna varan Hz. Ebû Bekir, onlara ansızın bir baskın düzenledi. Bazılarını öldürdüler, bazılarını da esir aldılar. Bir kısım ganimet de ele geçirerek Medine’ye geri döndüler.1
Eban bin Said bin Âs’ın Müslüman olması
Eban bin Sâid bin Âs, Peygamber Efendimizin akrabası idi. Soyu, Efendimizle üçüncü dedesi Abdülmenâf’ta birleşiyordu.
Babası Ebû Uhayha, Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerindendi.
Hudeybiye seferinden önce idi. Eban, ticaret maksadıyla Şam’a gitmişti. Orada karşılaştığı bir Hıristiyan papazına, “Ben Kureyşliyim. İçimizden biri çıktı; Peygamber olduğunu söylüyor. Senin bu husustaki fikrin nedir?” diye sorar.
Papaz, “Onun ismi nedir?” der.
Eban, “Muhammed’dir” cevabını verince, Papaz, “Dur, sana onu tarif edeyim” diye söyler ve Resûl-i Ekrem Efendimizin şekil ve şemâlini, sıfatlarını, babasının, dedesinin soyunu tek tek anlatır.
Eban, Peygamber Efendimizin aynen anlattığı gibi olduğunu söyleyince de Papaz şöyle der:
“Öyle ise, vallahi, o önce Araplara, sonra da yeryüzüne hâkim olacaktır! Sen, o salih zâta benden selâm söyle.”
Bunun üzerine Eban Mekke’ye gelir ve bir takım araştırma ve soruşturmalardan sonra Hicretin yedinci yılı başlarında islâmiyetle şereflenir.2
Hz. Ömer’in Cemile Bint-i Sabit’le evlenmesi
Hz. Ömerü’l-Faruk Hicretin yedinci yılında, Medineli Müslümanlardan Sabit bin Aklah’ın kızı Cemile ile evlendi.
Önceki ismi Asiye olan Cemîle Hatun, Peygamber Efendimiz hicretle Medine’ye gelince, ona ilk bîat edip Müslüman olan on kadından biri idi.
Hz. Ömer, evlendikten sonra onun ismini beğenmeyip, Cemîle diye değiştirdi. Ancak o, bunu kabul etmek istemedi. Annesinin kendisine taktığı isimle yâd edilmesini arzu ediyordu.
Durumu Peygamber Efendimize iletti. Hz. Resûl-i Ekrem ona, “Bilmez misin ki, Allah hakkı Ömer’in diline ve kalbine yerleştirmiştir” dedikten sonra, “Senin ismin Cemîle’dir” buyurdu.
Hz. Ömerü’l-Faruk’un (r.a.) Âsım adındaki oğlu bu Cemîle Hatundan dünyaya gelmiştir.1
Kaynak: Salih Suruç'un "Peygamberimizin Hayatı" isimli kitaptan alınmıştır.