Hicretin Birinci Senesi
Medine ve Ahalisi
Resûl-i Ekrem Efendimizin hicretiyle Medine, İslâm merkezi haline gelmiş oluyordu. Bu bakımdan o zamanki Medine ve ahalisi hakkında kısaca mâlumat vermekte fayda vardır.
Şimdiki gibi o zaman da Medine, Arabistan Yarımadasının mühim şehirlerinden biri sayılıyordu. Vadi olan arazisi oldukça genişti. Vadi tamamen dağlarla çevriliydi. İklimi tatlı, arazisi münbitti. Havası güzel, suyu serin ve oldukça boldu. Yağışı Mekke’den fazlaydı.
Hz. Resûlullahın hicretine kadar şehir Yesrib ismini taşıyordu. Bu adı, buraya ilk gelip yerleşen “Yesrib” isimli Amalikalıdan aldığı söylenir.1 Ancak, bu kelimede “fesad” mânâsı bulunduğundan Peygamberimiz bu ismi beğenmedi ve onu “Medine” diye değiştirdi. Artık Müslümanlar arasında şehir “Yesrib” diye değil, “Medine” adıyla anılmaya başladı. Bir ara “Medinetü’n-Nebî” diye anıldıysa da, sonraları sadece “Medine” olarak kaldı. Tarihçiler Medine’nin 94 kadar ismi bulunduğunu kaydederler ve bunları teker teker zikrederler.2
Medine’de Müslümanlardan başka Yahudî ve Hıristiyanlar da oturuyordu. Bu bakımdan nüfusu kalabalık bir şehirdi. O zamanki nüfusunun 10 bin civarında olduğu tahmin edilmiştir.
Buradaki Müslümanlar Evs ve Hazreç kabilelerine mensup idiler. Evs ve Hazreç adındaki iki kardeşten üreyip çoğalan bu iki kabile arasında Arapların seciyeleri icabı ihtilâflar, kavgalar ve çarpışmalar birbirini kovalamıştı. Bu dahilî muharebelerin sonuncusu Buâs Harbi idi ki, yüz yirmi sene devam etmiş ve Efendimizin Medine’ye hicretlerinden beş sene kadar önce son bulmuştu. Bu kanlı muharebede her iki taraftan da en namlı bahadırlar ölmüş veya mâlül düşmüşlerdi. İşte Ensar böyle perişan bir vaziyette iken Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hicreti vuku bulmuştu.
Hicret-i Nebevî ile bu iki kardeş arasındaki düşmanlık, eski uhuvvet ve muhabbetle kayboldu. Dargınlık ve kırgınlıklar tamamen ortadan kalktı. İki taraf şâirlerinin okudukları kahramanlık ve şecâat destanları Arap edebiyatını dolduran ve senelerce kadınlar, çocuklar tarafından terennüm edilen bu asırlık düşmanlığın yeni bir uhuvvete dönmesi, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hakkın, Sevgili Efendimize ihsan ettiği bir armağanıdır.1
Hz. Âişe (r.a.) der ki: “Buâs günü, Allah’ın kendi Resûlü (a.s.m.) için hazırladığı bir gündür ki, bu muharebenin neticesi üzerine Resûlullah (a.s.m.) Medine’ye hicret etmiştir. Öyle ki, hicret sırasında birbirleriyle çarpışmış Evs ve Hazreç’lerin cemiyetleri dağılmış, eşrafı öldürülmüş ve yaralanmıştı. Bu perişanlık üzerine Allah, birbirleriyle çarpışıp durmuş olan Ensar’ın İslâm camiâsına girmeleri için bu günü Resûlune hazırlamıştır.”2
Buradaki Yahudiler ise üç kabileye mensup idiler: Beni Kaynuka, Beni Kurayza ve Beni Nadr.
Şehirde sayıları en az olan Hıristiyanlardı. Bunlar İslâmın Medine’de hızla yayılışı karşısında tahammül edemediler ve kısa bir zaman sonra Medine’den ayrıldılar. Uhud Savaşında müşrikler safında Müslümanlara karşı savaşan bu Hıristayanlar, sonraları Bizans’a sığınmışlardır.
Siyasî hayat itibariyle Medine, o sırada ibtidaî denecek bir seviyede idi. Henüz kabile hayatı yaşanıyordu. Tıpkı müşrik Araplarda olduğu gibi, Yahudilerde de her kabile kendi başına müstakil bir topluluk teşkil ediyordu. Kendi reislerinden başka hiç bir otorite kabul etmiyorlardı.
Burada, eşitlik mefhumundan ve tatbikatından da uzak bir hayat tarzı hâkimdi. Meselâ, güçsüz kabilelere ödenen diyet, güçlü ve nüfuzlu kabilelere ödenen diyetin yarısı idi. Cemiyet hayatı kanunlardan mahrum bulunuyordu. Gerektiğinde hakemler seçiliyor ve bu hakemlerin şahsî kanaat ve görüşlerine göre hüküm ve kararlar veriliyordu. Okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı.
İşte Peygamber Efendimiz coğrafî, siyasî, içtimâî yönleriyle ana hatlarını anlattığımız böyle bir şehre hicret edip gelmişti. Önünde mühim vazifeler vardı ve halli gereken çok ağır meseleler kendisini bekliyordu.
* * *
Abdullah bin Selâm'ın Müslüman Olması
Hz. Yusuf’un (a.s.) sülâlesinden olan Abdullah bin Selâm, Medine Yahudîlerinin ileri gelen âlimlerinden biri idi.
Büyük bir âlim olan babası Selâm’dan birçok şeylerle birlikte, Tevrât’ı ve tefsirini öğrenmişti. Ayrıca babası âhirzamanda gelecek peygamberin sıfat ve alâmetleriyle yapacağı işleri de kendisine anlatmış ve “Eğer, o Hârun neslinden gelirse, ona tâbi olurum. Yoksa tâbi olmam” demişti. Selâm, Efendimiz henüz Medine’ye gelmeden önce vefât etmişti.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Medine’ye gelişini Müslümanlara müjdeleyen Yahudînin sesini Abdullah bin Selâm da işitmiş ve kendisini tutamayarak, “Allahü Ekber” deyip tekbir getirmişti.
Bunu duyan halası, “Allah seni umduğuna erdirmesin! Vallahi, Mûsa Peygamberin geleceğini duymuş olsaydın bundan fazlasını yapmazdın” diyerek ona çıkışmıştı.
Abdullah ise, “Ey hala! Vallahi, gelen onun kardeşidir. O da onun gibi bir peygamberdir!” demişti.
Bunun üzerine halası, “Yoksa kıyâmete yakın gönderileceği bize haber verilen peygamber bu mudur?” diye sormuştu.
Abdullah, “Evet” cevabını verince de, “Öyle ise davranışında haklısın” demişti.1
Resûl-i Kibiryâ Efendimiz Medine’ye teşrif buyurdukları zaman, Abdullah bin Selâm da onu görmek için gitmiş ve Efendimizin nûrlar saçan mübârek simasını görünce, “Şu simâda yalan yok! Şu yüzde hile olamaz” diye kendi kendine söylenmişti.2
Peygamberimize Soru Sorması ve İslâmı Kabulü
Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin evinde misafir kaldığı bir sıradaydı. Abdullah bin Selâm da Efendimizi ziyarete geldi ve ona bir takım suâller sordu. Tevrat’tan sorduğu suâllerine yine Tevrat’a uygun cevaplar alınca şehâdet getirerek Müslüman oldu.1
Sonra da şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Yahudî milleti iftiracı, yalancı bir millettir. Yarın benim Müslüman olduğumu duyunca türlü yalanlar uydurup iftirâda bulunurlar. Müslümanlığım duyulmazdan önce beni onlardan sorup mevkiimi tasdik ettiriniz!”
Peygamber Efendimiz, onu bir tarafa gizleyip Yahudî ileri gelenlerinden bazılarını dâvet etti ve onlara, “Ey Yahudî cemaâtı, siz benim Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu pek iyi bilirsiniz. Ben hak dinle geldim, Müslüman olunuz” dedi.
Yahudîler, “Biz, senin peygamber olduğunu bilmiyoruz” diye karşılık verdiler ve bu sözlerini üç sefer tekrarladılar.
Bundan sonra Resûl-i Ekrem, “Sizin içinizde Abdullah bin Selâm adında birisi var, o nasıl bir kişidir?” diye sordu.
Yahudîler, “O, bizim içimizde hayırlı bir babanın oğludur. Kendisi de, babası da en faziletlimiz, en âlimimizdir” diye şehâdet ettiler.
Resûlullah, “Abdullah bin Selâm Müslüman olursa siz ne dersiniz?” diye sordu.
Yahudîler, “Hâşâ! Abdullah İbn-i Selâm, hiç bir vakit Müslüman olamaz” dediler. Efendimiz suâlini üç sefer tekrarladı. Onlar, her seferinde de aynı inkârî cevabı verdiler.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Abdullah İbn-i Selâm’ı yanına çağırdı, “Yâ İbn-i Selâm, gel!” buyurdu.
Abdullah saklı bulunduğu yerden çıktı ve kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olduğunu ilân etti.
Yahudilere de, “Ey Yahudî cemâatı! Allah’dan korkunuz! Size geleni kabul ediniz. Vallahi, siz de bilirsiniz ki; o yanınızdaki Tevrat’ta ismini ve sıfatını bulduğunuz Resûlullahdır” diyerek onları İslâma dâvet etti.1
Fakat Yahudîler, “Sen yalan söylüyorsun! Sen şerir oğlu şerîrimizsin” dediler ve onu, kıymetini düşürmek için türlü türlü kusur ve kabahatlar isnad ederek kötülediler.
Abdullah bin Selâm, “Yâ Resûlallah! Korktuğum işte bu idi. Ben, sana onların gaddar, yalancı, fâcir ve müfteri bir millet olduğunu haber vermemiş miydim? İşte dediğim çıktı!” dedi.2
Resûl-i Ekrem, Yahudîleri huzurundan çıkardı. Abdullah bin Selâm ise evine gitti. Onun dâveti ile bütün ev halkı ve halası da Müslüman oldu.3
Yahudîlerin bazı ileri gelenleri Abdullah bin Selâm’ı türlü türlü desise ve sözlerle Müslümanlıktan vazgeçirmeye çalıştılarsa da muvaffak olmadılar.
Abdullah bin Selâm’la birlikte bir çok Yahudî âlimi de samimi olarak İslâmı kabul edip Müslümanlıkta sebât gösterdiler. İman etmeyen diğer Yahudî âlimleri ise, “Muhammed’e bizim şerlilerimiz tâbi oldu. Eğer hayırlı olsalardı atalarının dinini terketmezlerdi” diye ileri geri konuşmaya başladılar.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimede meâlen şöyle buyurdu:
“Ancak onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinden dos doğru bir topluluk vardır ki, geceler boyu Allah’ın âyetlerini okurlar ve namaz kılıp secde ederler.”1
* * *
Müşriklerin Tehdidi
Peygamberimiz ve Müslümanların Medine’de hürriyet ve huzurlu bir hayata kavuştuklarını gören müşrikler büs bütün rahatsız olup endişeye kapıldılar.
Medine’de onları rahat bırakmak istemiyorlardı. Mekke’de uyguladıkları, halkı Resûl-i Ekrem Efendimizden uzaklaştırma tarzını burada da tatbik etmek istiyorlardı. Bu maksatla onu himâyeye söz vermiş bulunan Ensara üst üste muhtıra mahiyetinde ağır dille yazılmış iki mektup gönderdiler. Mektuplarda, Ensarın bu himâyeden vazgeçmesi isteniyor, aksi takdirde başlarına gelecek her türlü hâdiseye razı olmaları gerektiğini belirtiyordu.
Fakat Kureyş müşriklerinin bu iki muhtırası da Medineli Müslümanlar üzerinde hiç bir menfi tesir meydana getirmedi. Bilâkis sert cevaplarla karşılandı. Böylece Mekkeli müşrikler, Medine’de korku ve tehditle kimseyi Hz. Resûlullahın aleyhine çeviremiyeceklerini de anlamış oluyorlardı.
Medinelilere gelen bu ihtar mektuplarından Peygamber Efendimiz de haberdâr olmuştu. Bu sebeple Medine devamlı teyakkuz halinde idi. Her an müşrik saldırısı olabilir ihtimaline binâen Resûl-i Ekrem Efendimiz, devamlı ihtiyatlı bulunuyor, Müslümanları da dikkatli ve tedbirli olmaya çağırıyordu. Bu yüzden uyumadıkları geceler bile oluyordu.
Gerçekten Medine’de Müslümanların durumu oldukça nazikti. Çünkü, buraya hicret etmekle Müşrik Arap kabilelerine boy hedefi olmuşlardı. Elbette, bunun karşısında her zaman uyanık bulunmak gerekiyordu. Müslümanlar en ufak bir gürültü, bir seslenişten dolayı hemen bir araya toplanıyorlardı.
Hatta bir gün, bir ses işitilmişti. Sesi duyan feryadı basmıştı. Her haslette zirvede olan Resûl-i Kibriyâ cesarette de zirve noktadaydı. Hemen kılıcını kuşanıp, atına atlayarak yanlarına varmış ve kendilerini teselli ve teskin etmişti. Enes bin Mâlik (r.a.) der ki:
“Ne zaman bir feryad kopsa, Resûlullahı atla oraya yetişmiş bulurduk.”1
Mekkeli müşrikler Medineli Müslümanları Resûl-i Ekremin himâyesinden vazgeçirmek için sadece bu muhtıra mahiyetindeki mektupları göndermekle de kalmamışlardı. Bu meyanda bazı ekonomik tedbirlere de başvuruyorlardı. Ayrıca Medine’deki münâfık ve Yahudîlerden bazılarını elde ederek, Müslümanlar arasına fitne ve fesad düşürmeyi de planlı bir şekilde yürütüyorlardı.
Bütün bunlara rağmen Medineli Müslümanlar Resûlullahı bağırlarına basmada, İslâmı yaşatmada, Muhacir Müslümanlara her türlü yardımda bulunmada zerre kadar tereddüde kapılmadılar ve geri durmadılar. Bilâkis daha ciddi ve samimi bir tarzda bu hizmetlerini devam ettirdiler.
* * *
Mücahidlerle Ensar Arasında Kardeşlik Kurulması
Allah rızası için herşeyini bırakıp Medine’ye hicret etmiş bulunan Muhacir Müslümanlara, Medineli Müslümanlar muhabbet ve samimiyetle kucaklarını açmışlardı. Ellerinden gelen her türlü yardımı onlardan esirgememişlerdi, esirgemiyorlardı.
Ne var ki, Muhacirler Medine’nin havasına, âdetlerine ve çalışma şartlarına alışkın değillerdi. Mekke’den gelirken de beraberlerinde hiç bir şey getirmemişlerdi. Bu sebeple, Medine’nin çalışma şartlarına ve kendilerine her türlü yardımda bulunduklarından dolayı Ensar adını alan Medineli Müslümanlara ısındırılmaları gerekiyordu.
Nitekim, Medine’ye hicretten 5 ay sonra Resûl-i Ekrem, Ensar ile Muhaciri bir araya topladı. Kırk beşi Muhacirlerden kırk beşi de Ensardan olmak üzere 90 Müslümanı kardeş yaptı.
Peygamber Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî mânevi yardımlaşma ve birbirlerine vâris olma esasına dayanıyor, bu suretle Muhacirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma, onlara güç ve destek kazandırma gayesini güdüyordu.1
Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli âilelerden herbirinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir âileyi yanına alacaktı. Mallarını onlarla paylaşacaklar, beraber çalışıp beraber kazanacaklardı.
Resûlullah Efendimiz, rasgele iki Müslümanı bir araya getirmemişti. Bilâkis, bir araya getireceklerin durumlarını inceden inceye tetkik ederek, uygun bulduklarını birbirine kardeş yapmıştı. Meselâ, Selman-ı Farisî ile Ebu’d-Derdâ, Ammar ile Huzeyfe, Mus’ab ile Ebû Eyyub Hazretleri arasında mizaç, zevk, hissiyât itibariyle tam bir ahenk vardı.1
Bu kardeşlik sayesinde, Allah ve Resûlunün muhabbetinden başka herşeylerini geride bırakmış bulunan Muhacirlerin iâşe ve iskân meseleleri de hal yoluna girmiş oluyordu. Ensardan herbiri, Muhacirlerden birini evinde barındırıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Bu, neseb kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti, îmân ve din kardeşliği idi. Medineli Müslümanlar, yâni Ensar, herşeylerini bu garip, bu kederli, bu yurtlarından uzak bulunmanın hüznünü duyan Müslümanlarla paylaşıyorlardı. Medineli biri vefât edince, Muhacir kardeşi akrabalarıyla birlikte ona vâris oluyordu.2
Yine, kurulan bu kardeşlik sayesinde büyük bir içtimâi yardımlaşma da temin edilmiş oldu. Muhacir Müslümanlar, sıkıntıdan kurtuldu. Medineli herbir Müslüman kardeş olduğu Mekkeli Müslümana malının yarısını veriyordu. Muhacir kardeşlerine karşı misafirliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, insanlığın en yüce derecesini göstermekten zevk alıyorlardı.
Medineli Müslümanlar, bunlarla da kalmadılar. Resûlullahın huzuruna çıkarak fedakârlıklarını gösteren şu teklifte bulundular:
“Yâ Resûlallah! Hurmalıklarımızı da, Muhacir kardeşlerimizle aramızda bölüştür!”
Ancak, Muhacirler o âna kadar ziraatle meşgul olmamışlardı. Zirâat işlerini pek bilmiyorladı. Bunun için Peygamberimiz, Muhacirler namına Ensarın bu teklifini kabul etmedi.
Fakat, Medineli Müslümanlar buna da bir çare buldular. Zirâattan anlamayan Muhacir Müslümanlar, sadece tımar ve sulama işlerini yapacaklar, onlar da ekip biçeceklerdi. Sonunda çıkan mahsul ortadan pay edilecekti. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu teklife razı oldu.1
Tarih, bir çok göçlere şahid olmuştur. Ama, böylesine mânâlı, böylesine ulvî bir hicreti, dışardan gelenle yerlileri arasında böylesine birbirlerine can u gönülden sarılma, birbirleriyle muhabbetle kaynaşma, birbirleriyle samimiyetle kucaklaşmayı o ana kadar görmüş değildi. Bir daha da göremeyecektir. Bu samimi kaynaşmadan muazzam bir kuvvet doğuyordu. Öylesine bir kuvvet ki, kısa zamanda bütün Arabistan herşeyiyle onlara boyun eğmek mecburiyetinde kalacaktı.
Muhacirler, “Ensar kardeşlerimiz bize mal mülk verdi, iâşemizi temin etti” diyerek boş oturmuyorlardı. Bu, îmânlarından gelen gayrete zıttı. Herbiri elinden gelen gayreti göstererek, mümkün oldukça kimseye yük olmamaya çalışıyordu.
Bunun en canlı örneği, Sa’d bin Rebi’nin yaptığı teklife Cennetle müjdelenen 10 Sahabîden biri olan Abdurrahman bin Avf’ın verdiği cevaptır.
Resûl-i Ekrem tarafından birbirlerine kardeş tayin edilen Sa’d bin Rebi, Abdurrahman bin Avf’a, “Ben, mal cihetiyle Medineli Müslümanların en zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım” demişti.
Büyük Sahabî Abdurrahman bin Avf’ın verdiği cevap yapılan teklif kadar ibretliydi:
“Allah sana malını, hayırlı kılsın. Benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alış veriş yaptığımız çarşının yolunu göstermendir.”2
Ertesi sabah, Kaynuka çarşısına götürülen Hz. Abdurrahman bin Avf yağ, peynir gibi şeyler alıp satarak ticarete başladı. Resûl-i Ekremin, malının çoğalması ile bereketlenmesi hususundaki duâsına da mazhar olduğundan çok geçmeden epeyce bir kazanç elde etti ve kısa zamanda Medine’nin sayılı tüccarları arasında yer aldı. Şöyle derdi:
“Taşa uzansam, altında ya altın, ya da gümüşe rastladığımı görürüm!”1
Resûl-i Ekrem Efendimizin duâsı bereketiyle fazlaca servet elde eden Hz. Abdurrahman bin Avf, sadece bir defasında 700 deveyi yükleriyle beraber “Fîsebilillah” tasadduk etmişti.
Hz. Abdurrahman gibi bir çok Mekkeli Müslüman, Medine’de kendilerine göre birer iş bulmuş ve kendi ellerinin emeğiyle saâdet içinde geçinmeye başlamışlardı.
Mekkeli Müslümanların, Medineli Müslümanlara yük olmayıp, alınlarının teriyle rızıklarını temin ettiklerini Hz. Ebû Hüreyre’nin ifâdelerinden de anlıyoruz. Bir gün kendisine nasıl olup da, diğer Sahabîlerden çok daha fazla hadis rivâyet ettiği sorulduğunda, meselemize ışık tutan şu cevabı vermişti:
“Medineli Müslümanlar çiftiyle çubuğuyla, Muhacirler de çarşı pazarda alışverişle uğraşırken ben, Resûlullahın yanından ayrılmıyordum. Onun söylediklerini dinleyip, ezberliyordum. Onun duâsını almıştım.”2
Kardeşliğin müsbet neticeleri
Kurulan bu kardeşlik kısa zamanda müsbet neticesini verdi. Cemiyetin muhtelif tabakaları bu kardeşlik sayesinde birbirleriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu suretle niyetleri kudsî, gayeleri ulvî, içleri dışları nur, faziletli bir cemiyet meydana geldi.
Bu kardeşliğin diğer bir müsbet neticesi ise şu idi: Peygamber Efendimiz, herhangi bir sefere çıkacağı zaman, kardeşlerden birini beraberinde götürür, diğerini ise her iki âilenin mâişetini temin etmek, idaresini yürütmek için Medine’de bırakırdı. Böylece evleri sahipsiz ve hâmisiz kalmıyordu.
Ensarın, Muhacir kardeşlerine gösterdikleri bu eşsiz samimiyet, misafirperverlik, kadirşinaslık, cömertlik, fedakarlık ve feragâtı Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimesiyle ilân edip bu davranışlarını medhetti:
“Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve îmânı kalblerinde yerleştirmiş olanlara gelince: Onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ihtiraslarından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”1
Evet, kurulan bu ma’nevi kardeşlik hiç bir milletin tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, İslâmın inkişâfa başlaması dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça mühim bir tesir icra etmiştir. “Hiç tereddüt etmeden denilebilir ki, çeyrek asır zarfında İslâm nûrunun âlemin her tarafına yayılması, İran’ın tamamen fethi, Doğu Roma İmparatorluğunun tehdid edilmesi hep bu dinî kardeşliğin resaneti [kuvvet] eseridir.”2
Muhacirlerin kendi aralarında kardeş yapılması
Resûl-i Ekrem ayrıca, Muhacir Müslümanlar arasında da kardeşlik kurdu.
Bir gün, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer elele tutuşmuş geliyorlardı. Bu samimi manzarayı seyreden Peygamber Efendimiz, yanındaki Sahabîlere, “Nebîler ve Resûllerden başka, bütün önceki ve sonrakilerden Cennetlik olanların kemâl çağına erenlerinden iki büyüğüne bakmak isteyen, şu gelenlere baksın” buyurdu, sonra da onları birbirine kardeş yaptı.1
Resûl-i Ekrem, Mekkeli Müslümanları teker teker birbirlerine kardeş yapıyordu. O sırada Hz. Ali çıkageldi. Gözyaşları arasında şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah, sen Sahabîleri birbirine kardeş yaptın. Benimle hiçbir kimse arasında kardeşlik kurmadın?”
Peygamber Efendimiz, “Yâ Ali, sen dünyada ve Âhirette benim kardeşimsin”2 buyurarak gözyaşlarını dindirdi.
* * *
Mescid-i Nebevînin İnşası
Hicretin 1. senesi: Milâdi 622.
Resûl-i Ekrem, Medine’ye teşrif buyurduklarında, içinde cemaatle namaz kılabilecekleri, gerektiğinde toplanıp meselelerini konuşabilecekleri bir yerden mahrum bulunuyorlardı. Bu mühim vazifeler için merkez teşkil edecek bir mescid gerekiyordu.
Efendimiz, Medine’de ilk olarak bu mescidi inşâ etmekle işe başladı.
Şehre ilk girdiklerinde devesi Neccaroğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetimin üzerinde hurma kuruttukları arsalarına çökmüştü. Bu iki yetim Medineli Müslümanlardan Muaz bin Afra’nın (r.a.) himâyesinde bulunuyorlardı. Resûl-i Ekrem, bu arsayı satın almak istediğini Muaz Hazretlerine bildirdi. Ancak, bu fedakâr Sahabî arsanın bedelini, himâyesindeki iki yetime vererek bu büyük şeref ve ücrete nail olmak için bağışlamak istediğini söyledi. Fakat Peygamberimiz kabul etmedi. Sonra da arsa sahibi iki yetimi çağırarak, arsalarının bedelini ödemek istedi. İki genç yetim de, “Yâ Resûlallah! Biz onun bedelini ancak Allah’tan bekleriz. Sana onu Allah rızası için bağışlarız” dediler.
Resûl-i Ekrem, gençlerin bu tekliflerini de kabul etmedi ve bedeli olan 10 miskal altına arsayı satın aldı. Bu miktarı Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle Hz. Ebû Bekir onlara hemen ödedi.1
Fedakâr Sahabîler tarafından arsa kısa zamanda ter temiz hale getirildi ve Resûlullahın emriyle kerpiçler kesilip hazırlandı.
Peygamberimiz, mescidin temelini atacağı sırada, yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali bulunuyordu. Müslümanlardan oraya uğrayan biri, “Yâ Resûlallah! Yanında sadece şu bir kaç kişi mi var?” diye sordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz cevaben, “Onlar benden sonra işi yönetecek olanlardır” buyurdu. Onu takiben sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali temele birer taş koydular. Böylece Mescid-i Nebevî’nin temelleriyle birlikte Dört Halife devrinin manevi temelleri de atılmış oluyordu.
Mescidin inşasında Peygamber Efendimiz, bilfiil durmadan dinlenmeden çalıştı. Bir taraftan mübârek elleriyle kerpiçler taşırken, diğer taraftan Müslümanları şevk ve gayrete getirici şu sözleri söylüyordu:
“Taşıdığımız şu yük, ey Rabbimiz!
“Hayber’in yükünden daha hayırlı, daha temiz,
“Yâ Rab! Hayır, ancak âhiret hayrı!
“Sen, Muhacirle Ensar’a acı!”1
Durup dinlenmeden yapılan çalışma neticesinde Mescid-i Nebevînin inşâsı kısa zamanda tamamlandı. Her türlü süsten uzak dört duvarı kerpiçten olan bu kudsî mâbedin tavanı yoktu. Henüz Kâbe kıble olarak tayin edilmemiş bulunduğundan, kıblesi Kudüs’e doğru idi. Dörtgen şeklinde idi ve üç kapısı ile bir de mihrabı vardı. Mihrab yerine sıra halinde hurma gövdeleri dizilmişti. Minberi yoktu. Sadece Resûlullahın hutbe irâd buyururlarken dayanmaları için bir hurma kütüğü bulunuyordu. Sonraları Sahabîlerin arzusu üzerine üç basamaklı bir minber yapıldı.2 Mescid-i Nebevî değişik tarihlerde tâdilatlar görerek bugünkü şeklini almıştır.
Mescid-i Nebevî, sadece cemâatle namaz kılmak için kullanılmıyordu. Bunun yanında Müslüman nüfusun dinî ihtiyaçları da burada karşılanıyordu. Ayrıca, burada öğretim yapılıyor, elçi ve kabile temsilcileri de, ilerde görüleceği gibi kabul ediliyordu.
Mescid-i Nebevînin yanına ayrıca kerpiçten, önce biri Hz. Sevde diğeri Hz. Âişe’ye mahsus olmak üzere iki oda yapıldı. Odaların üzerleri hurma kütüğü ve dalları ile örtüldü. Sonraları Resûl-i Ekrem başka zevceler alınca odalar arttırıldı. Dördü kerpiçten olan odaların beşi ise taştandı. Hepsinin üzeri hurma dallarıyla tavanlanmıştı.
Mescid-i Nebevî’ye bitişik odalar yapılınca Peygamber Efendimiz Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinden oraya taşındı.1
Hanînü’l-Ciz’ mûcizesi
Mescid-i Nebevî ilk yapıldığı sırada minbersizdi. Resûl-i Ekrem, hutbe irâd buyurduklarında kuru bir hurma kütüğüne dayanırdı.
Uzun müddet böyle devam etti. Bilâhare, Ashabın isteği üzerine üç basamaklı bir minber yapıldı. Artık Peygamber Efendimiz buraya çıkıp halka hitapta bulunuyordu.
Resûl-i Ekrem, yapılan minbere çıkıp ilk hutbesini okuduklarında, hamile deve ağlayışını andıran acı sesler ve ağlamalar duyuldu. Baktılar, ortalıkta ne hamile deve ve ne de deve yavrusu vardı. Ağlayan o kuru direkti. Kütüğün deve gibi ağlayışını Peygamber Efendimizle birlikte Ashab-ı Güzin de duyuyordu. Bir türlü susmuyordu. Fahr-ı Âlem, minberden inip yanına geldi. Elini üstüne koyup teselli edince sustu. Hatta hurma kütüğünün deve gibi sızlamasını işiten Sahabîler de göz yaşlarını tutamamışlar, hüngür hüngür ağlamışlardı.
Evet, kuru direk Efendimizden uzak kaldı diye ses verip ağlıyordu. Üzerinde yapılan “Zikrullah”dan ayrı kaldı diye hamile deve gibi enin ediyordu. Kuru direği teselli edip susturan Resûl-i Ekrem Ashabına dönerek şöyle buyurdu:
“Eğer, ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Resûlullahın ayrılığından kıyâmete kadar ağlaması böyle devam edecekti.”1
Resûl-i Ekremin emriyle bu kütük, minberin altına kazılan bir çukura gömüldü. Sonraları Hz. Osman devrinde Mescid yıktırılıp yeniden tamir edildiğinde Übeyy bin Ka’b Hazretleri onu evine aldı ve çürüyünceye kadar sakladı.2
Kuru hurma kütüğünün, cemâatın gözleri önünde ağlayıp sızlaması Hz. Resûlullahın parlak bir mucizesiydi. Evet, cin ve ins Peygamberler Peygamberini tanıdıkları gibi, cansız kuru ağaçlar da onu tanıyor, vazifesini biliyor ve davasını halleriyle tasdik ediyorlardı.
Hasan-ı Basrî Hazretleri, bu mu’cizeyi talebelerine ders verirken, kendisini tutamaz göz yaşları arasında şöyle derdi:
“Ağaç, Resûl-i Ekreme (a.s.m.) meyl ve iştiyak gösteriyor. Sizler o Resûle meyl ve iştiyak göstermeye daha ziyade müstahaksınız.”3
Kuru, câmid ağaçlar Kâinatın Efendisine meyl ve muhabbet gösterirlerken, biz şuurlu insanlar ona karşı lakayt davranırsak, acaba o kuru direklerden daha aşağı bir dereceye düşmüş olmaz mıyız?
Ona iştiyak ve muhabbet ise ancak Sünnet-i Seniyyesine ittiba etmekle mümkündür.
Diğer bir rivâyete göre, kuru direk ağlayınca Resûl-i Ekrem Efendimiz elini üstüne koydu ve “İstersen seni daha önce bulunduğun bahçeye göndereyim. Köklerin tekrar bitsin, hilkatin tamamlansın, yaprak ve meyvelerin yenilenip tazelensin. Ve eğer istersen, Evliyaullahın meyvenden yemesi için seni Cennete dikeyim?” diye sordu.
Kuru ağaç, arzusunu şöyle dile getirdi:
“Beni Cennette dik ki, meyvelerimden Cenâb-ı Hakkın sevgili kulları yesin. Hem orası bir mekândır ki, orada çürüme yoktur, bekâ bulayım.”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem arzusunu yerine getirdiğini ifâde buyurdu ve sonra da Ashabına dönerek şu dersi verdi:
“Ebedî âlemi, fani âleme tercih etti.”1
* * *
Ezan Okunmaya Başlanması
Hicretin 1. senesi: Milâdi 622.
Mekke’de iken Müslümanlar ibadetlerini gizlice yapıyor, namazlarını kimsenin göremeyeceği yerlerde kılıyorlardı. Dolayısıyla orada namaza açıktan dâvet etmek gibi bir mesele söz konusu olamazdı.
Ancak, Medine’de manzara tamamıyla değişmişti. Dinî serbestiyet vardı. Müslümanlar rahatlıkla ibadetlerini ifâ ediyorlardı. Din ve vicdanları baskı altında bulunmuyordu. Müşriklerin zulüm, eziyet ve hakaretleri de mevzu bahis değildi.
Mescid-i Nebevî inşâ edilmişti. Fakat, Müslümanları namaz vakitlerinde bir araya toplayacak bir davet şekli henüz tesbit edilmemişti. Müslümanlar gelip vaktin girmesini bekliyor, vakit girince namazlarını edâ ediyorlardı.1
Resûl-i Ekrem bir gün Ashab-ı Kirâmı toplayarak kendileriyle nasıl bir dâvet şekli tesbit etmeleri gerektiği hususunda istişâre etti. Sahabîlerin bazıları, Hıristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını, diğer bir kısmı Yahûdiler gibi boru öttürülmesini, bir kısmı da Mecûsilerinki gibi namaz vakitlerinde ateş yakılıp, yüksek bir yere götürülmesini teklif etti. Peygamber Efendimiz, bu tekliflerin hiç birini beğenmedi.2
O sırada Hz. Ömer söz aldı:
“Yâ Resûlallah! Halkı namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem o anda Hz. Ömer’in teklifini uygun gördü ve Hz. Bilâl’e, “Kalk yâ Bîlâl, namaz için seslen” diye emretti.
Bunun üzerine Hz. Bilal bir müddet Medine sokaklarında, “Esselâ, Esselâ (Buyurun namaza! Buyurun namaza!)” diye seslenerek Müslümanları namaza çağırmaya başladı.1
Abdullah bin Zeyd’in rüyâsı
Aradan fazla bir zaman geçmeden Ashabdan Abdullah bin Zeyd bir rüyâ gördü. Rüyâsında, bugünkü ezân şekli kendisine öğretildi.
Hazret-i Abdullah sabaha çıkar çıkmaz, sevinç içinde gelip rüyâsını Peygamber Efendimize anlattı. Resûl-i Ekrem, “İnşaallah bu gerçek bir rüyâdır” buyurarak dâvetin bu şeklini tasvip etti.2
Hz. Abdullah, Resûl-i Ekremin emriyle ezan şeklini Hz. Bilâl’e öğretti. Hz. Bilâl, yüksek ve gür sadasıyla Medine ufuklarını ezan sesleriyle çınlatmaya başladı:
“Allahü ekber, Allahü ekber!
“Allahü ekber, Allahü ekber!
“Eşhedü enlâilâhe illallah!
“Eşhedü en lâilâhe illallah!
“Eşhedü enne Muhammede’r-resûlullah!
“Eşhedü enne Muhammede’r-resûlullah!
“Hayye âle’s-salâh, Hayye âle’s-salâh!
“Hayye âle’l-felâh, Hayye âle’l-felâh!
“Allahü ekber, Allahü ekber!
“Lâilâhe illallah!”
Hz. Ömer de aynı rüyâyı görüyor
Medine ufuklarının bu sadâ ile çınladığını duyan Hz. Ömer, heyecan içinde evinden çıkarak, Resûl-i Ekremin huzuruna vardı. Durumu öğrenince, “Yâ Resûlallah! Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, Abdullah’ın gördüğünün aynısını ben de görmüştüm” dedi.
Biraz sonra birkaç kişi daha geldi, aynı rüyâyı gördüklerini söylediler. Peygamberimiz birkaç kişinin aynı şeyi görmesinden dolayı Allah’a hamd etti.1
İslâmın ne derece fıtrî ve nezih bir din olduğunu bu dâvet şeklinin tesbitinden de anlıyoruz. Ruhsuz, mânâsız, heyecansız ve tatsız çan çalmak, boru öttürmek veya ateş yakmak nerede? Yeryüzünde “tevhid” ulvî hakikatını ilân eden, Resûl-i Ekremin Peygamberliğini haykıran ve dolayısıyla îmân esaslarının tamamını halka duyuran mânâ ve kudsiyet dolu “ezan” şekli nerede?
“Hukuk-u Şahsiyye (şahsi hukuk)” ve “hukuk-u umumiyye (umumî hukuk)” adıyla iki nevi hukuk olduğu gibi, şer’î meseleler de iki kısımdır. Bir kısmı şahıslarla ilgilidir, ferdîdir. Diğer kısmı umuma bakar, umûmîdir. Onlara “Şeâir-i İslâmiyye” tâbir edilir.
Şeâir-i İslâmiyyenin en büyüklerinden biri de işte bu hicretin birinci senesinde meşru kılınan ve “şehâdetleri dinin temeli” olan ezândır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Şeâir-i İslâmiyye” ile ilgili çok mühim izah ve değerlendirmeleri vardır. Mektûbât isimli eserinin Yirmi Dokuzuncu Mektubunda şöyle açıklanır:
“Mesâil-i Şeriâttan bir kısmına ‘Taabbüdî’ denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti emirdir.
“Bir kısmına ‘Mâkulü’l-Mânâ’ tâbir edilir. Yani; bir hikmet ve maslahat var ki, o hükmün teşrîine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü; hakiki illet, emir ve nehy-i İlâhîdir.
“Şeâirin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccüh ediyor, ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de; ‘Şeâirin faidesi, yalnız mâlum mesâlihtir’ denilmez ve öyle bilmek hatâdır. Belki, o maslahatlar ise, çok hikmetlerden bir fâidesi olabilir.”
İslâmın mühim bir şeâiri olan ezânla ilgili olarak da şunlar söylenir:
“Meselâ biri dese: ‘Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır, şu halde bir tüfek atmak kâfidir.’ Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniyye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi, o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi nâmına, hilkât-ı kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkâtı olan ilân-ı tevhid ve Rububiyyet-i İlâhiyeye karşı izhâr-ı ubudiyyete vasıta olan ezânın yerini nasıl tutacak?
“Elhâsıl: Cehennem lüzûmsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle ‘Yaşasın Cehennem’ der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiat ister.”1
* * *
Peygamberimizin, Ev Halkını Mekke'den Getirtmesi
Medine’ye hicret eden Peygamberimiz, hanımı Hz. Sevde, kızları Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Zeynep ile nişanlısı Hz. Âişe’yi Mekke’de bırakmak zorunda kalmıştı.
Mescid-i Nebevî inşâ edilip bittiğinde Hâne-i Saâdet yapılınca, onları getirmek üzere Zeyd bin Hârise ile Ebû Rafi’ Hazretlerini Mekke’ye gönderdi.
Bu iki Sahabî Mekke’ye giderek adı zikredilenleri alıp Medine’ye getirdiler. Sadece, Hz. Zeyneb’i henüz Müslüman olmayan kocası müsâade etmediğinden getiremediler. Fakat, bir müddet sonra o da Medine’ye hicret etmiştir. Kocası da daha sonra Müslüman olmuştur.
Medine’ye gelenlerden Peygamberimizin ev halkı kendi odalarına, Hz. Âişe ise babasının evine indi.1
Hz. Âişe’nin düğünü
Resûl-i Ekrem, Hz. Âişe ile Mekke’de nikâhlanmıştı. Fakat düğün tehir edilmişti. Medine’ye gelinince hicretin birinci yılı Şevvâl ayında2 düğünleri yapıldı.3 Peygamber Efendimiz o sırada 55 yaşında idi.
Hz. Âişe’nin Resûl-i Ekrem yanında diğer hanımlarından farklı bir yeri vardı.
Amr bin Âs bir gün, “Yâ Resûlallah, halkın sana en sevgili olanı kimdir?” diye sordu. Resûl-i Ekrem, “Âişe” diye cevap verdi. “Ya erkeklerden, yâ Resûlallah?” diye sorusunu tekrarlayınca da Efendimiz, “Âişe’nin babası”1 buyurdular.
Hz. Âişe, ince bir kavrayış melekesine ve kuvvetli bir zekâya sahipti. Kısa zamanda Hz. Resûlullahtan birçok hadis ezberledi, bir çok İslâmi hüküm öğrendi. Bununla Ashâb-ı Güzîn arasında mümtaz bir mevkie yükseldi. Rivâyet ettiği hadis sayısı 2210’dur. Bir çok Sahabî, Peygamberimizin çeşitli meseleler hakkındaki tatbikatını ve İslâmı hükümleri ondan sorarak öğreniyorlardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Dininizin yarısını bu humeyrâ kadından [Hz. Âişe] öğreniniz” buyurmasıyla, Hz. Âişe’nin ilmî ehliyetini tebâruz ettirmiştir.
Ebû Musâ el-Eşârî’nin şu itirafı da aynı noktaya parmak basmaktadır:
“Biz Resûlullahın Ashâbı, bir hadis-i şerifi anlamakta güçlük çektiğimiz zaman Âişe’den sorardık. Zirâ, hadis ilminin kendisinde mevcut olduğunu görürdük.”2
Hz. Âişe Vâlidemizin fıkıh ilmindeki derinliği İslâm hukukuna büyük faydalar sağlamıştır. Kadınlarla ilgili birçok meselenin kaynağını o teşkil etmiştir. Günümüz Müslüman kadınının hedefi, Hz. Âişe’ye her haliyle benzemeye çalışmak olmalıdır.
* * *
Ashab-ı Suffa
Kıble, henüz Kâbe tarafına çevrilmeden önce idi. Mescid-i Nebevî’nin kuzey duvarında, hurma dallarıyla bir gölgelik ve sundurma yapıldı. Buna Suffa denilirdi. Burada kalan Müslümanlara da “Ashâb-ı Suffa” ismi verildi.
Mescid-i Şerifin Suffasında kalan bu Sahabîlerin, Medine’de, ne meskenleri, ne de aşiret ve akrabaları, hiç bir şeyleri yoktu. Âileden uzak, dünya meşgale ve gâilesinden âzâde ve tam mânâsı ile feragatkâr bir hayata sahib idiler. Kur’an ilmi tahsil eder, Resûl-i Ekrem Efendimizin va’z ve derslerini dinleyerek istifâde ederlerdi. Ekseriya, oruçlu bulunurlardı.
Vakitlerini Resûl-i Kibriyanın huzurunda geçiren bu mübârek zümre, Efendimizden hep feyz alırdı. Resûl-i Ekremin medresesine Allah için nefsini vakfetmiş fedakâr, ilim aşığı talebeler idiler. Peygamber Efendimiz tarafından tespit edilen muâllimler, kendilerine Kur’an öğretirlerdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kur’an öğretmek ve Sünnet-i Resûlullahı beyân etmek için gönderilirlerdi. Bu cihetle de kendilerine “kurra” denilirdi. Suffa ise bu itibarla “Dârü’l-Kurra” diye anılmıştır.
Sayıları 400-500 kadar olan mütevazi fakat feyizli bir hayata sahib bulunan bu güzide Sahabîler, bir irfan ordusu idiler. Bütün mesâilerini Kur’an ve Sünnet-i Resûlullahı öğrenmeye hasretmişken, gerektiğinde gâzâlara da katılırlardı.
İçlerinden evlenenler, Suffe’den ayrılırlardı. Fakat, yerlerine başkaları alınırdı.
Bu güzîde Sahabîler ne ticâretle, ne bir sanatla meşgul olmazlardı. Mâişetleri Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ve Sahabîlerin zenginleri tarafından temin edilirdi. Bu hususu, Suffa’nin baş talebelerinden biri olan Ebû Hüreyre Hazretleri kendisinin çok hadis rivâyet etmesini garipseyenlere karşı verdiği cevapla pek güzel ifâde etmiştir:
“Benim, fazla hadîs rivâyet edişim garipsenmesin! Çünkü; Muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki ticâretleriyle, Ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatlarıyla meşgul bulundukları sırada Ebû Hûreyre, Peygamberin (a.s.m.) mübârek nasihatlarını hıfzediyordu.”1
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashab-ı Suffa’nın hem tâlim ve terbiyesi, hem de mâişeti ile çok yakından ilgilenirdi. Onlarla daima oturur, sohbet eder, alakadar olurdu. Zaman zaman da onlara, “Eğer, sizin için Allah katında, neyin hazırlandığını bilseydiniz, yoksulluğunuzun ve ihtiyacınızın daha da ziyâdeleşmesini isterdiniz”2 diyerek, bu meşguliyetlerinin son derece mühim ve mübârek olduğunu ifâde buyururlardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, evvelâ bu mübârek cemaatın ihtiyacını gidermeye çalışırdı. İcabında, Hâne-i Saâdetlerinin ihtiyaçlarıyla ikinci derecede meşgul olurdu. Bir kere Hz. Fâtıma (r.a.), el değirmeni ile un öğütmekten yorulduğundan şikâyet ederek bir hizmetçi istediğinde Efendimiz ciğerpâresini reddetmiş ve şöyle buyurmuştu:
“Kızım! Sen ne söylüyorsun? Ben henüz Ehl-i Suffâ’nın mâişetini yoluna koyamadım.”3
Bir gün, Ashab-ı Suffanın başlarına durmuş, hallerini tedkikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri görmüş, şöyle buyurarak onların kalplerini hoş etmişti:
“Ey Ashab-ı Suffa! Size müjdeler olsun ki; her kim şu sizin bulunduğunuz hal ve sıfatta ve bulunduğu durumdan razı olarak bana mülâki olursa, o benim refiklerimdendir.”1
Resûl-i Kibriyâ Efendimize herhangi bir şey getirilince, “Sadaka mı, yoksa hediye mi” diye sorardı.
Getirenler, “Sadakadır” cevabını verirlerse, onu el sürmeden Ashab-ı Suffaya ulaştırırdı. “Hediyedir” cevabını verirlerse onu kabul eder ve Ashab-ı Suffaya da ondan hisse ayırırdı. Çünkü; Kâinatın Efendisi, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) sadaka kabul etmez, sadece hediye kabul ederdi. Bir gün adamın biri, tabakla hurma getirmişti. Adama, “Sadaka mıdır? Hediye midir?” diye sordu. Adam, “Sadakadır” cevabını verince, Peygamber Efendimiz onu doğruca Suffa Ehline gönderdi. O sırada torunu Hz. Hasan, Peygamber Efendimizin önünde bulunuyordu. Tabaktan bir hurma alıp ağzına götürünce, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz derhal müdâhale etti ve onu ağzından çıkarttırdı. Sonra da, “Biz Muhammed ve ev halkı [Ehl-i Beyti] sadaka yemeyiz, bize sadaka helâl değildir!” buyurdu.2
Şu âyetin Ashab-ı Suffa hakkında nâzil olduğu da rivâyet edilmiştir.3
“Sadakalar, kendilerini Allah yolunda hizmete adamış fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşıp hayatlarını kazanmaya fırsat bulamazlar. Onların hallerini bilmeyen kimse, istemekten çekindikleri için, onları zengin sanır. Ey Habibim, sen onları yüzlerinden tanırsın. Yoksa onlar insanlardan ısrarla birşey istemezler. Ve siz her ne bağışta bulunursanız, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilir.”4
Tam mânasıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide Sahabîler, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hiç bir nasihatını, hiç bir hitabesini kaçırmazlardı. Dâima orada hazır bulunur, irad edilen hitabeleri ve öğütleri hıfzedip diğer Sahabîlere de naklederlerdi. Bu bakımdan İslâmî hükümlerin muhafaza ve naklinde Ehl-i Suffa’nın pek müstesna hizmet ve gayretleri vardır. Kur’an nûrunun kısa zamanda âlemin her tarafına sürâtle yayılmasında bu ilim heyetinin büyük payı vardır. Bu bakımdan İslâm tarihinde Ehl-i Suffâ müstesnâ bir yer işgal eder.
Bir ilim müessesesi olan Suffanın, has bir talebesi Ebû Hüreyre kendileriyle ilgili bir hâdiseyi şöyle anlatır:
“Açlıktan yüzü koyun yatıyordum. Bazen de karnıma taş bağlıyordum. Bir gün halkın gelip geçtiği bir yol üzerinde oturdum. O sırada oradan Resûlullah geçiyordu. Vaziyetimi anladı ve ‘Ey Ebû Hüreyre,’ diye seslendi.
“‘Buyur, yâ Resûlallah,’ dedim.
“‘Haydi gel,’ buyurdu.
“Beraber gittik. Eve girdi. Ben de girmek için izin istedim. Müsaade ettiler. Ben de girdim. Bir kapta süt buldu. ‘Bu süt nereden geldi?’ diye sordu.
“‘Falâncalar hediye olarak getirdiler’ diye cevap verdiler.
“Sonra da, ‘Ey Ebû Hüreyre, Ehl-i Suffaya git, onları bana çağır!’ diye emretti.
“Ehl-i Suffa, İslâmın misafirleriydi. Ne âileleri, ne de mal mülkleri vardı. Resûlullaha bir hediye geldiği zaman hem kendisine ayırır, hem de onlara gönderirdi. Kendisine, ehline verilmesi için gönderilen sadakaların tamamını onlara gönderir, katiyyen kendisine bir pay ayırmazdı.
“Resûlullahın Ehl-i Suffayı dâveti beni üzdü. Ben, bu kaptaki sütü tek başıma içer de, bununla epeyce bir müddet idare ederim, diye umuyordum. Kendi kendime, ‘Ben elçiyim. Suffa ehli gelince onlara sütü ben taksim ederim’ dedim. Bu durumda sütten bana hiçbir şey kalmayacağını biliyordum. Fakat, Allah Resûlunün emrini yerine getirmekten başka çare de yoktu.
“Gidip, onları çağırdım. Geldiler. Müsâade isteyip oturdular.
“Peygamberimiz (a.s.m.), ‘Ebû Hüreyre, kabı al ve onlara süt ikrâm et’ buyurdular.
“Süt kabını alıp, dağıtmaya başladım. Herbiri kabı alıyor, doyuncaya kadar içiyor, sonra arkadaşına veriyordu. Suffa ehlinin sonuncusu da içtikten sonra, kabı Resûlullaha verdim. Aldı. İçinde sadece azıcık süt kalmıştı. Başını kaldırarak bana bakıp gülümsedi ve ‘Ebû Hüreyre,’ dedi.
“‘Buyur, yâ Resûlallah,’ dedim.
“‘Süt içmeyen ikimiz kaldık,’ buyurdu.
“‘Evet, yâ Resûlallah’ dedim.
“‘Otur sen de iç’ buyurdular. Oturup içtim.
“‘Biraz daha iç’, dedi. İçtim. Yine içmem için ısrar etti. ‘Daha daha,’ diyordu. Nihayet, ‘Seni hak din ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, içecek yerim kalmadı’ dedim.
“‘O halde bardağı bana ver’ buyurdu. Verdim. Allah’a hamd ve senâ etti. Sonra Besmele çekerek geri kalanını da kendisi içti.”1
* * *
İlk İslâm Devleti
Peygamber Efendimiz, on üç senelik Mekke devrinde mesâisini tamamıyla îmân esaslarını anlatmaya hasretmişti. Bu îmânî hizmet sayesinde bir çok kimse İslâmın saâdetli sinesine koşmuştu. İmanlı insanların sayısı çoğalmış ve Müslümanlar gözle görülür bir kuvvet haline gelmişlerdi. Ancak buna rağmen bu devrede İslâm düşmanlarına karşı her türlü maddî mukabele yasaktı. Müslümanların tek silahı vardı, o da sabırdı.
Fakat, Hicret ile yeni bir muhite gelinmişti. Şartlar tamamıyla değişmişti. Müslümanlar îmânlarının gereği olan herşeyi serbestçe yapabiliyorlardı.
Hz. Resûlullahın Medine’ye gelir gelmez gerçekleştirdiği en mühim iş, daha önce bahsedildiği gibi, Muhacirlerle Ensarı kardeş yapmış olmasıydı. Efendimiz bununla Müslümanlar arasında kuvvetli bir ittifak kurmuş oluyordu. İslâmın ırk, dil, sınıf ve coğrafî ayrılıkları tanımayan kardeşlik müessesesi böylece tarihte ilk defa gerçekleşiyordu.
Ancak bununla herşeyin bitmediği muhakkaktı. Medine’de yalnız Müslümanlar yaşamıyorlardı. Bu yeni muhitte Musevîler, müşrik Araplar ve bazı Hıristiyanlar da vardı ve haliyle mütecânis olmayan bir manzara arzediyorlardı. Buna bir de Arap kabileleri arasındaki tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmalar ile Yahudîlerle Araplar arasındaki anlaşmazlıkları katarsak, bu yeni muhitin ne büyük bir karışıklık içinde olduğunu kolayca anlayabiliriz.
Meselenin asla küçümsenmeyecek bir başka tarafı daha vardı: Mekkeli müşriklerin her an Medine üzerine yürüyebilecekleri hususu. Aralarında devam eden soğuk harb her an sıcak harbe dönüşebilirdi.
İşte Peygamber Efendimizin önünde böylesine mühim meseleler duruyor ve bunlar hal çaresi bekliyordu.
Bu yeni muhitte, Müslüman olmayan unsurlarla anlaşmak, cemiyete bir teşkilatlanma ruhu ve havası getirmek icab ediyordu. Adlî, askerî, siyasî bir takım esasların tesbiti lüzumu vardı.
Henüz hicretin 1. yılı bitmiş değildi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün Medine ahalisinin temsilcilerini Enes bin Mâlik Hazretlerinin evinde bir araya topladı. Maksat, bazı içtimâi prensiplerin düzenlenmesi idi. Yapılan konuşmalar neticesinde bu prensipler düzenlendi ve derhal yürürlüğe kondu. Mühim maddeler yazıldı ve taraflarca imzalandı.
Bu maddeler Hz. Resûlullahın başkanlığında teşekkül eden İlk İslâm Devletinin anayasasıydı. Hatta bu vesika, sadece ilk İslâm devletinin anayasası olmakla da kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı ilk anayasalardan birini teşkil etmekteydi.
Bu anayasa ile Medine halkı artık diğer insanlardan ayrı bir millet teşkil etmiş oluyorlardı.
Şehir devletinin anayasası
52 maddeden ibâret olan İslâm şehir devletinin ilk yazılı anayasasının 1. ve 2. maddelerinde şöyle deniliyordu:
“1. Bu yazı, Resûlullah Muhammed (a.s.m.) tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla yine onlara sonradan katılmış olanlar ve onlarla birlikte cihad edenler için tanzim edilmiştir.
2. İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir topluluk teşkil ederler.”1
Bu anayasaya göre Medine halkı, inanç farkı gözetmeksizin diğer milletlerden ayrı bir “millet” teşkil etmekte ve ayrı bir topluluk hüviyetini taşımaktaydı.
Hz. Resûlullah, ayrıca Medine etrafında bulunan kabilelerle, özellikle Mekkelilerin Şam ticâret yolu üzerinde ikamet etmekte olan kabilelerle derhal dostluk tesis etme yoluna gitti ve onlarla anlaşmalar imzaladı.
Yine Müslümanlar, şehrin yerli halkı Yahudiler ve diğerleri ile münasebet halinde bulunmak mecburiyetinde idiler. Bu sebeple, kurulan devletin anayasasında onlara da haklar tanındı. Buna göre, onlar da Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları sayılıyorlardı:
“Muhammed’in (a.s.m.) büyük basiret ve siyasî inceliği Yahudilere bahşettiği fermanda görülür. Bu fermanda diğer hususlar arasında onların da bizzat Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları olduğu, Yesrib’teki iki kabilenin bir tek millet teşkil ettiği, suçların dinlerin ahkâmına göre cezalandırılacağı, ihtiyaç hasıl olduğu zaman her iki tarafın (Müslüman ve Yahudîlerin) yeni devleti müdafaâya çağırılacağı, gelecekte zuhûr edecek anlaşmazlıklar hakkında Resûlullah tarafından karar verileceği yazılıydı.”1
Ayrıca bu anayasa metninde harple ilgili madde de ilgi çekicidir. Vuku bulacak herhangi bir harpte, harp masraflarını kendileri karşılamak şartıyla Yahudiler, Medine şehir devletinin müdafaâsına katılacaklardı.
Anayasanın 16. maddesine göre “tabi olmaları” şartı ile Müslümanların yardım ve müzaheretlerine hak kazanacakları tesbit ediliyordu. Aynı zamanda dışarıdan gelecek herhangi bir hücum karşısında da beraberce şehri müdafaâ edecekler, bu hususta birbirinin yardımına koşacaklardır. Bu hücum ister Müslümanlara, ister Yahudilere olmuş olsun, fark etmeyecektir.
Bu maddeler ışığında, Müslümanların ehl-i kitaptan olan Yahudilerle ittifakını görmekteyiz. Burada ehl-i kitab olan Yahudî ve Hıristiyanlara tamamen bir din ve inanç hürriyeti tanınmıştır. Böylelikle ehl-i kitab arasında kitapsız olan müşriklere karşı hiç olmazsa asgarî müşterekte birleşme esası getirilmiştir ve bunun için de Müslümanlarla birlikte Yahudiler ilk anayasada zikredilerek bunların birlikte “tek camiâ” teşkil ettiklerinden söz edilmiştir.
Peygamber Efendimiz, Medine’de te’sis ettiği devleti düşmanlardan korumak için buranın yerlileri olan gayr-ı müslim ehl-i kitapla siyasî ittifak ve andlaşmalar yaptığı gibi, inanç yönünden de bir ittifakın sağlanmasını temine çalışmıştır. Onları aralarında ortak bir kelime olan “tevhid” inancı üzere birleştirmek ve şirk ehline karşı inananlar paktını kurmak istemiştir. Nitekim bu gayeyi Medine içindeki ehl-i kitab için güttüğü gibi, ehl-i kitab olan dış devletler için de takib etmeye çalışmıştır. Bizans İmparatoru Heraklius’a ve diğer Hıristiyan prenslerine gönderdikleri davet mektubunda şu âyet-i kerime ile onlara hitab etmiştir:
“De ki: ‘Ey kitap ehli olan Hıristiyanlar ve Yahudiler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin! Allah’tan başkasına ibâdet etmeyelim, Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim!’ Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz deyin ki: ‘Şâhid olun, biz Müslümanlarız.”1
Bizzat Resûl-i Ekrem tarafından yazılı anayasa ile himâye ve yardıma mazhar olan kitap ehli ne yazık ki, andlaşmanın şartlarını bizzat kendileri bozmuş ve lehlerindeki şartların ortadan kalkmasına böylece yol açmışlardır. Anlaşmada şehir devleti içinde bulunanların birbirlerinin aleyhinde bulunmayacakları şartı, birbirlerinin düşmanlarıyla anlaşmaya varmayacakları maddesi yazılı iken, onlar (Yahudiler) Medine’nin müşriklerin taarruzlarına hedef olduğu çok nazik bir sırada baş kaldırdılar, daha yeni yeni teşekkül eden ve yeni yeni yerine oturan bir devletin aleyhinde tertipler düzenlemeye başladılar. Tabii ki, bu doğrudan doğruya onları Müslümanların himâyesinden mahrum bırakıyordu.
Görüldüğü gibi bu anayasa, kurulan yeni bir devletin bir çok müessesesi hususunda hükümler taşımakta, her meselede istikametli çizgiler çizmekteydi:
“Bu anayasa ile İslâm, hayatının yeni bir safhasına başladı. Madde ve cismaniyat ile mâneviyatın karışması, ona kendine has bir çizgi getirdi. Mâneviyatı, hatta ahlâkı tanımayan bir siyaset bizi maddeciliğe ve vahşi hayvanların hayatlarından daha aşağı bir hayata götürür. Yaşadığımız dünyanın hâdiselerinden ayrı bir maneviyat ise bizi melek mertebesinin üzerine çıkarabilir. Fakat, bu ancak son derece mahdud bir zümre için mümkündür. İnsanların büyük ekseriyeti, böyle bir ideolojiyi tatbik edenlerin çemberinin dışında kalır. Hz. Muhammed (a.s.m.) bilhassa vasat adamı düşündü ve ona insan hayatının iki tarafını nasıl dengeye getireceğini, madde ve mânâyı aynı zamanda içine alan bir terkip yapmayı öğretti. Bu dinî doktrin herkese en az derecede lâzım olan bazı esas noktaları seçer, fakat kendilerini mânevî hayata daha fazla verebilme tercihini fertlere bırakır.
“Bu durumda Hz. Peygamberin Sahabeleri müstakil bir devletin idare edici cemaâtı; Hz. Peygamber ise her sahada onun reisi oldu.”1
* * *
Müşriklere Mukabeleye İzin Verilmesi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’de harb ve cihâda izinli değildi. Allah’tan aldığı emirler gereği bütün mesâisini îmân esaslarını kalb, ruh ve akıllarda tesbite hasretmişti. Va’z ve nasihatla, ikaz ve irşadla burada hizmetine devam ediyordu. Bu devrede her türlü mezâlime karşı sabır ve sükûnetle harekete me’mur bulunuyorlardı. Mekke’de, ilk zamanlarda nazil olan âyetlerde bu husus açıkça görülür.
Zaten, İslâm hukukuna göre, insanlar arasında asıl olan sulh ve barış dairesinde münasebettir. Harp ve cihada ancak zaruret hasıl olduğu zamanlarda müracaât olunur.1 Cenâb-ı Hakkın, bir ana ve babadan yarattığı insanlar arasında bundan başka da bir hak olamaz. İnsanların şubelere, kabilelere ayrılması ise neslin tanınması ve temiz kalması gibi kendilerine mahsus ortak menfaâtlere binâendir.2
Peygamberimiz ve Müslümanlara, onca mezalim ve işkencelere rağmen Mekke’de harp ve cihada izin verilmediği ve sabır ve teenni tavsiye edildiği gibi, Medine’ye hicret vuku bulduktan sonra da hemen müsaade olunmadı.
Gerçi, İslâm Medine’de günden güne kuvvet kazanıyor ve sür’atle inkişaf kaydediyor, Kur’an güneşi bütün haşmetiyle ruhları sarmaya başlıyordu. Ama yine de Resûl-i Ekrem Efendimizin ve Müslümanların vaziyeti tam bir emniyet içinde değildi. Medineli Müslümanlar, Efendimizi coşkun bir bayram havası içinde karşılamışlardı, ama münafıklarla Yahudiler gönüllerinde müthiş bir kin ve düşmanlık besliyorlardı. Her ne kadar Yahudîler Peygamber Efendimizle bir anlaşma imzalamışlarsa da, bütün hal ve hareketleri bu anlaşmayı tekzib ediyordu.
Münafıklar daha da tehlikeli bir durum arzediyorlardı. Peygamber Efendimizin hicretinden önceye rastlayan günlerde, Hazreç Kabilesinin reisi bulunan Abdullah bin Übeyy bin Selûl için süslü bir taç hazırlanmıştı. Bir devlet reisi ihtişamıyla onu giymek üzere iken Hicret vuku bulmuştu. Bunun neticesinde kavmi olan Hazreçliler tamamen Müslüman olmuşlardı. Haliyle bu gibi şeyler unutulmuştu.
Abdullah bin Übeyy kavmine uyarak zahiren Müslüman olmuştu. Ama reislikten mahrum kalmak acısı ile yan çizmiş ve bir münafıklar hizbi kurmuştu. Gizli gizli nifak ve fesada başlamıştı. Hatta Peygamberimizin tebliğâtına, va’z ve nasihatlarına müdahele etme cür’etini gösterecek kadar zaman zaman ileri gidiyordu. Bu münafıklar zümresinin Müslümanlar arasına fitne ve fesad sokmak için meydana getirdikleri hâdiselerden yeri geldikçe bahsedilecektir.
Ayrıca Mekke müşrikleri, Medine münafıkları ve Yahudilerini, hatta Medine etrafındaki kabileleri devamlı surette tahrike çalışıyorlardı ve Mekke’de söndüremedikleri nuru, akıllarınca Medine’de söndürmek için harekete hazırlanıyorlardı.
Haricî ve dahilî bu kadar düşmana karşı sabır ve tahammül ile sulh dairesinde davranmanın imkânı kalmamıştı. Müslümanlardan çoğu Kureyşlilere karşı çıkmak, onlarla hesaplaşmak istiyorlardı. Ensarın ileri gelenlerinden biri olan Sa’d bin Muâz Hazretleri bu arzusunu şöyle izhar ediyordu:
“Allah’ım! Bilirsin ki, senin uğrunda şu Kureyş kavmiyle mücâhede etmekten daha sevimli bir şey yoktur. O Kureyş ki, Resûlünün peygamberliğini yalanladılar. Sonunda da memleketinden çıkmaya mecbur bıraktılar. Allah’ım! Öyle tahmin ediyorum ki, bizimle onlar arasındaki harbe müsaade edeceksin!”1
Görüldüğü gibi Medine’de Müslümanlar tam bir emniyet içinde değillerdi.
İşte bu sırada Peygamber Efendimize mukabele ve müdafaâ suretiyle savaşa izin verildi. Konu ile ilgili nazil olan âyette şöyle buyuruldu:
“Kendilerine savaş açılan mü’minlere, zulme uğramaları sebebiyle cihad izni verildi. Şüphesiz ki, Allah onlara yardım etmeye hakkıyla kàdirdir.
“Onlar, ‘Rabbimiz Allah’tır’ demiş olmalarından başka hiçbir sebep olmaksızın, haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır...”1
Âyet-i Kerimenin ifadesinden anlaşıldığı gibi burada cihad izni kayıtlıdır ve sadece “tecavüze maruz kaldıklarından ve zulme uğradıklarından” dolayı verilmiştir. Yani, Müslümanlar herhangi bir tecavüzde bulunmayacaklar; şayet zulme ma’ruz kalırlar veya üzerlerine yürüyen olursa, kendilerini müdafaa için savaşacaklardır. Bu âyet ile, aynı zamanda İslâm muharebelerinin tecavüz değil, müdafaa esasına dayandığı da ortaya çıkmaktadır.
Bu âyetler, Müslümanlara, saldıran düşmana karşı kendilerini koruma ve müdafaâ etme meşru hakkını tanıyordu. Müslümanların siyasî durumu ve maddi gücü düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette, nazil olacak âyetlerle bilâhere cihad Müslümanlar üzerine farz kılınacaktır.2
* * *
Her Tarafa Seriyyeler Gönderilmesi
Mekkeli müşrikler herşeye rağmen, Peygamberimiz ve Müslümanların peşini bırakmış değillerdi. Medine’deki Yahudî ve münafıklarla el altından gizli gizli işbirliklerini sürdürerek İslâm nûrunu söndürmeye, Resûl-i Kibriyanın vücudunu ortadan kaldırmaya matuf faaliyetlerine aralıksız devam ediyorlardı.
Medine’yi teşkilatlandıran Resûl-i Ekrem Efendimiz bunlara karşı tedbirler almaya başladı. Düşman her türlü hile ve desiseye başvururken elbette tedbirsiz kalınamazdı.
Peygamber Efendimiz, herşeyden önce iktisadî harp usûlünü tatbik etmek istiyordu. Bu maksadla da Kureyşin Suriye’ye giden ticâret yolunu kontrol altında tutmayı uygun buldu.
Düşündükleri bir diğer tedbir de, civarda yaşayan kabilelerle sulh anlaşmaları yapmaktı. Böylece onları Mekkeli müşriklerin sinsî emellerine âlet olmaktan kurtarmış ve Kureyşi tek başına bırakmış olurdu.
Bu maksat ve gayelerle henüz Hicretin ilk yılında etrafa seriyyeler1 göndermeye başladı. Bu seriyyeler herhangi bir yere hücum etmek ve kan akıtmak maksadıyla yola çıkarılmıyordu. Nitekim görüleceği gibi ilk seriyyeler, biri istisna edilirse bir damla kan dökmemişler ve hiç bir kabileyi yağmalamamışlardır.
Yola çıkarılan bu seriyyelerin belli başlı vasfı Kureyşli müşrikleri iktisadî baskı altında tutmak, onlara bu yolda bir nevi ihtarda bulunmaktı. “Eğer siz şiddet siyasetinize devam ederseniz, biz de yapacağımızı biliriz. Can damarınız demek olan ticaret yolunuz elimizdedir, aklınızı başınıza alın!” demekti.
Bu seriyyelerin gördüğü bir başka mühim vazife de, Medine’nin etrafını kontrol etmekti. Herhangi bir tehlikenin söz konusu olup olmadığını, düşmanın ne gibi hazırlıklar içinde bulunduğunu araştırıp haber almaktı.
İlk seriyye
Medine’ye hicretlerinden 7 ay sonra Ramazan ayında Resûl-i Ekrem Efendimiz, amcası Hz. Hamza’yı Mekkeli muhacirlerden 30 kişilik bir süvarî grubunun başında, Kureyş müşriklerinden üç yüz kişilik bir birliğin muhafazasında Şam’dan Mekke’ye gitmekte olan ticaret kervanını gözetlemek için gönderdi.1
Süvari birliğinin içinde Ensardan bir tek Müslüman yoktu. Çünkü onlar, sadece Medine içinde korumak üzere Peygamber Efendimize söz vermişlerdi. Bu sebepledir ki, Resûl-i Ekrem, Bedir Muharebesine kadar Ensardan hiç kimseyi askerî seferlere göndermemiştir.2
Medine’den yola çıkan Hz. Hamza, İys nahiyelerinden biri olan Seyfü’l-Bahre’de içinde Ebû Cehil’in de bulunduğu Kureyş kervanı ile karşılaştı. Taraflar çarpışmaya hazırlanırken, iki tarafın da dostu ve müttefiki bulunan Cühenîlerin reisi Mecdiy bin Amr aralarına girip çarpışmalarına mani oldu.
Kureyş, kervanı ile Mekke’ye doğru yol alırken, Hz. Hamza da beraberindeki Müslümanlarla Medine’ye geri döndü.3
Peygamber Efendimiz çarpışma çıkmamış olmasından memnunluk duydu.
Ubeyde bin Haris Seriyyesi
Hz. Hamza’nın Medine’ye dönüşünden sonra, Peygamber Efendimiz Şevval ayında Ubeyde bin Hâris’i Nabiğ Vadisine gönderdi. Mâiyetinde, muhacirlerden altmış süvari vardı.1
Nabiğ Vadisine giden Hz. Ubeyde, orada Kureyş müşriklerinden 200 kişi ile karşılaştı. Birbirlerine hafif ok atışlarında bulundular. Müslümanların safında ilk ok, Sa’d bin Ebî Vakkas Hazretleri tarafından atıldı. Allah yolunda atılan ilk ok bu oldu.2 Bunun dışında herhangi bir çatışma olmadan iki taraf birbirlerinden uzaklaştı.3
Bu arada Müslüman olan, fakat bir türlü fırsatını bulup Müslümanlar arasına katılamayan Mikdad bin Amr ile Utbe bin Gazvan da bu durumu fırsat bilerek müşrikler arasından ayrılarak mücahidlere katıldılar.4
* * *
Hicretin Birinci Senesinin Mühim Bazı Hâdiseleri
Ashabdan Es’ad bin Zürâre ile Gülsüm bin Hidm’in vefâtı
Gülsüm bin Hidm, Ensârın ileri gelenlerindendi. Oldukça yaşlanmıştı. Mescid-i Nebevî yapıldığı sırada Kuba’da vefât etti.1
Hz. Gülsüm bin Hidm, Hicretten önce Müslüman olmuştu. Resûl-i Kibriyâ Efendimizi Hicret esnâsında Kubâ’da evinde misafir etme şerefine ermişti. Peygamberimiz on dört gün kadar evinde kalmıştı.
Es’ad bin Zürâre Hazretleri Akabe Bîatında Resûl-i Ekrem Efendimizle görüşen altı zattan biri idi. Son Akabe Bîatında Ensarı temsilen seçilen 9 temsilcinin arasında o da yer alıyordu.
Es’ad Hazretleri de, Gülsüm bin Hidm’in vefâtından kısa zaman sonra vefât etti. Resûl-i Ekrem Efendimiz vefâtı esnasında yanında bulunuyordu. Onu yıkadı. Kefenledi ve cenaze namazını kıldı. Sonra da onu Medine kabristânı olan Bakî’e defnetti. Bakî Kabristanına Ensardan ilk defnedilen zat, Es’ad bin Zürâre Hazretleridir.2
Abdullah bin Zübeyr’in dünyaya gelişi
Hicretin birinci yılının muhacir Müslümanları sevindiren bir başka hâdisesi Hz. Zübeyr bin Avvam’ın Abdullah adında bir çocuğunun dünyaya gelişidir. Hz. Abdullah, Medine’de Muhacir Müslüman âileleri içinde doğan ilk çocuktur. Annesi Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz. Esmâ, Kubâ köyünde onu dünyaya getirmiştir.
Abdullah’ın doğumu muhacir Müslümanları son derece sevindirdi. Zira Yadudîler onlara, “Biz, sizi sihirledik. Bundan böyle sizden erkek çocuk dünyaya gelmeyecektir” diyorlardı. Muhacirler de bundan fazlasıyla üzüntü duyuyorlardı.
Abdullah’ın dünyaya geldiğini duyar duymaz, Yahudilerin bu sözlerini yalanladığından dolayı, tekbirler getirerek sevinçlerini izhar ettiler.
Ona Abdullah ismini bizzat Peygamber Efendimiz verdi.
* * *
Ebvâ Gazâsı
Hicretin birinci senesinin son ayı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, ilk defa muhacirlerden 60 kişilik bir kuvvetle yerine Sa’d bin Übâde’yi vekil bırakarak Medine’den yola çıktı.1
Efendimizin bu gazâya2 çıkış maksadı, etrafa saldırıp halkı rahatsız eden Kureyş müşrikleriyle karşılaşıp onlara göz dağı vermek, aynı zamanda Demre bin Bekiroğullarıyla anlaşma yapmak isteği idi.3
Resûl-i Ekremin beyaz sancağını Hz. Hamza taşıyordu.
Peygamber Efendimiz bu gazâda müşriklerle karşılaşmadı. Ancak, yola çıkışının ikinci maksadı olan Demre bin Bekiroğullarıyla anlaşmayı gerçekleştirdi.
Benî Demre reisi ile yapılan yazılı anlaşmaya göre:
1. Ne Peygamberimiz onlarla, ne de onlar Peygamberimizle herhangi bir çarpışmaya girmeyeceklerdi.
2. Birisi diğerinin düşmanına gizlice de olsa yardım etmeyecekti.
3. İslâma karşı çıkmadıkları müddetçe Resûlullahtan yardım görecekler, Peygamberimiz de onları düşmanına karşı yardıma dâvet ettiğinde icabet edeceklerdi.4
Peygamber Efendimiz 15 gece sonra Medine’ye döndü.5
Civar kabilelerle yapılan bu dostluk anlaşmalarının büyük faydaları olmuştur. Bilhassa, Mekkelilerin Şâm ticâret yolu üzerindeki kabilelerle yapılmış olması, Kureyş’i iktisaden çökertme plânının bir tatbikatı idi.
Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz, Müslümanlara muâraza vaziyeti almamış, başka kabilelerle düşmana karşı muvakkaten de olsa bazı anlaşmalara girmiştir.