Peygamberimizin elçisi
Artık her iki taraf karargâh kurdukları yerde müzakereler yapıyor, birbirlerine gönderdikleri karşılıklı elçilerle tekliflerde bulunuyorlardı. Peygamber Efendimiz, geliş maksadını Kureyşlilere bildirmek üzere Huzaâlı Hiraş bin Ümeyye’yi elçi olarak gönderdi. Böylece Hıraş, Resûl-i Ekremin Kureyş müşriklerine gönderdiği ilk elçi oluyordu.1
Hıraş bin Ümeyye, gidip Hz. Resûlullahın geliş maksadını anlattıysa da, müşrikler anlamak istemediler. Kendisine kaba davrandılar, devesini boğazladılar, hattâ kendisini öldürmeye bile kalkıştılar. Ancak araya Ahabişliler girince bu hareketlerinden vazgeçtiler. Hıraş bin Ümeyye canını zor kurtararak Peygamberimizin yanına döndü ve başından geçenleri haber verdi.
Elçisini öldürmeye kalkıştıkları halde Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine yürümedi, teenni ile hareket etti. Onlardan yeni teklifler bekledi. Çünkü, onun maksadı kan akıtmak değildi.
Peygamber Efendimizin bütün bu söylenenlere rağmen geri dönmediğini gören Kureyşliler, bu sefer Ahabişlerin reisi Huleys bin Alkame’yi elçi olarak gönderdiler. Efendimiz uzaktan Huleys’i tanıdı. Ashabına, “Bu gelen kurbanlıklara inanç ve saygısı olan bir kavimdendir. Kurbanlık develerin hepsini ona karşı salıveriniz de görsün”2 buyurdu.
Müslümanlar kurbanlık develerini Huleys’e karşı sürüverdiler ve “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk…” diyerek telbiye getirdiler.
Bu ulvî ve ma’sum manzara karşısında Huleys’in gözleri dolu dolu oldu:
“Sübhanallah! Bu muazzam cemaatın, Beytullahı tavaf ve ziyaretten menedilmesi ne kadar çirkin bir harekettir.
“Kâbe’nin Rabbine andolsun ki, Kureyşliler bu yanlış tutum ve davranışları ile helâk olacaklardır! Halbuki bunlar, umre yapmaktan başka bir maksatla gelmemişlerdir” diye bağırmaktan kendini alamadı.
Peygamber Efendimiz, Huleys’in bu sözlerini uzaktan işitti ve, “Evet, öyledir ey Benî Kinane’den olan kardeş” buyurdu.
Huleys’in bu masum ve kudsî manzara karşısında söylenecek başka bir şeyi yoktu. Resûl-i Ekrem Efendimize olan hürmetinden dolayı, yanına gelip konuşmak bile istemedi. Doğruca Kureyşlilerin yanına döndü.
Huleys’in ruh ve kalbini o ulvî manzara öylesine sarmış kucaklamış ve yumuşatmıştı ki, müşriklere açıkça şöyle demekten çekinmedi:
“Ben onu Kâbe’yi tavaftan menetmemizin doğru olmayacağı fikrindeyim.”1
Ne var ki, Kureyş ileri gelenleri kendilerinden başka doğru düşünen kimsenin bulunmadığı fikrinde idiler. Huleys’in bu sözleri karşısında şaşırdılar, hattâ hiddete geldiler. “Sen nihâyet bir Arapsın. Cahilliğin ortada! Sus, bu işlere aklın ermez” diyerek hakarette bulundular.
Bu sözler Huleys’i fenâ halde kızdırdı. Resûl-i Ekrem Efendimizi müdafaa sadedinde çekinmeden şöyle dedi: “Yemin ederim ki, ya Muhammed’in yapmak istediğine mani olunmayacak veya ben bütün Ahâbişi tek kişi bile bırakmadan alıp gideceğim.”2
Fakat, bu tehdit bile Kureyş müşriklerini inatlarından vazgeçiremedi. Binbir yalan ve dolanla tekrar Huleys’i kandırdılar ve ittifaklarının bozulmasına mani oldular.
İkinci elçi: Hz. Osman
Elçiler vasıtasıyla görüşmeler devam ediyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz ise, bir an evvel kat’i neticeyi elde etmek istiyordu. Geliş maksadını tekrar Kureyşlilere güzelce anlatmak için bu sefer Hz. Ömer’i göndermek istedi. Hz. Ömer mazeretini bildirdi. Şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Kureyş reisleri, benim onlara ne derece şiddetli düşman olduğumu bilirler. Korkarım, bana suikastte bulunurlar. Mekke’de kabilemden hiç kimsem yoktur ki, beni himâyesine alsın. Buna rağmen, muhakkak benim gitmemi istiyorsanız, giderim.”
Peygamber Efendimiz hiçbir şey söylemeden sustu. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Bu iş için, Osman bir Affan gitse daha münasip olur. Zira onun Mekke’de aşiret ve akrabası çoktur” teklifinde bulundu.
Gerçekten de Mekke’nin eşrafından olan Benî Ümeyye hep Hz. Osman’ın amcazadeleri idiler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Ömer’in bu teklifini kabul etti. Hz. Osman’ı yanına çağırdı. Ona şu talimatı verdi:
“Kureyşlilere git! Biz buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmedik. Sadece şu Beytullahı ziyaret için gelmiş bulunuyoruz. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesip döneceğiz, diye söyle. Sonra da onları İslâmiyete dâvet et.”
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ayrıca Mekke’de Müslümanlıklarını gizleyen Müslümanlarla da görüşüp onlara teselli vermesini ve Mekke’nin yakında fetholunup imanlarını gizlemeye ihtiyaç kalmayacağını da onlara haber vermesini Hz. Osman’a emretti.
Hz. Osman, Kureyş müşriklerinin yanına vardı. Peygamber Efendimizin (a.s.m.), geliş maksadını tek tek anlattı. Onları İslâma dâvet etti. Fakat bu görüşmeden de bir netice alınamadı. Müşriklerin Hz. Osman’a da cevapları menfi oldu:
“Git! Seni gönderene söyle. O hiçbir zaman Mekke’ye girip, Kâbe’yi tavaf edemeyecektir.”
Hz. Osman’la birlikte ayrıca on kadar muhacir Resûl-i Ekremin müsaadesiyle akrabalarını ziyaret maksadıyla gitmişlerdi. Hz. Osman’la birlikte onlar da görüştükleri Müslüman akrabalarına Mekke’nin yakında fethedileceği müjdesini vererek, onları sevindirdiler.
Bu arada Kureyş ileri gelenleri Hz. Osman’a, “Kâbe’yi tavaf etmek istersen, et” dediler.
Hz. Osman, “Hayır,” dedi, “Resûlullah (a.s.m.) tavaf etmedikçe, ben de etmem.”
Kureyşliler bundan rahatsız oldular. Hattâ hiddete gelerek Hz. Osman’ı bir müddet yanlarında tutup göz hapsine aldılar.
Fakat bu durum, Peygamber Efendimize Hz. Osman ve beraberindeki muhacir Müslümanların müşrikler tarafından öldürüldükleri tarzında ulaştı.1
* * *
Rıdvan Bîatı
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Osman’ın müşrikler tarafından şehid edildiği haberini duyunca son derece müteessir oldu. Kureyş’in bu hareketi karşısında üzerlerine yürümekten başka bir çare kalmıyordu.
“Madem böyle, bu kavimle çarpışmadıkça, buradan kesinlikle ayrılmayacağız”1 buyurdu.
Zaten yapılabilecek başka bir şey de kalmamıştı. Sulh tekliflerine yanaşmadıkları gibi, elçi şehid etme cür’etini bile gösterebiliyorlardı.
Peygamber Efendimiz, “Allahü Teâla, bana biât yapılmasını emretti!” diye seslendi.
Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimiz, daha sonra Rıdvan Ağacı olarak adlandırılacak olan Semüre ağacı altında durdu. Müslümanlar da teker teker, çarpışmaktan yüz çevirmeyeceklerine, Allah ve Resûlü yolunda canlarını fedâ edinceye kadar savaşacaklarına dâir biât ettiler.2 Bîattan bir tek kişi kaçındı: Münafıklardan Cedd bin Kays.3
Bu bîat, Sahabîlere yeni bir cesaret, taze bir heyecan verdi. Yerlerinde âdeta duramaz bir hale gelmişlerdi. Bir an evvel ya Kâbe’yi tavaf etmek veya müşriklerle çarpışmak istiyorlardı.
Cenâb-ı Hak, bu biâtta bulunan Müslümanlardan razı ve memnun olduğunu Kur’ân-ı Kerimde şöyle beyân eder:
“And olsun ki, o ağacın altında sana bîat eden mü’minlerden Allah râzı oldu. Kalblerinde olanı bildiği için Allah onların üzerine sükûnet ve emniyet indirdi ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırdı.
“Elde edecekleri pek çok ganimetleri de onlara nasip etti. Çünkü Allah’ın kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır.”1
Bu sebeple bîata “Rıdvan Bîatı” adı verildi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de bir hadislerinde, “Ağaç altında gerçekten bîat edenlerden hiç biri Cehenneme girmeyecektir”2 buyurarak bu bîatta bulunan Müslümanların faziletini açıkça beyan etmişlerdir.
Bîat haberi Kureyş müşrikleri tarafından duyulunca üç gün yanlarında alıkoydukları Hz. Osman’ı serbest bıraktılar.
Hz. Osman derhal Hz. Resûlullahın huzuruna çıkıp geldi. Böylece şehâdeti ile ilgili haberlerin asılsız olduğu anlaşıldı.
Fakat, bîat yapılmış ve tamamlanmıştı. Sahabîler Hz. Osman’a, “Herhalde Kâbe’yi tavaf etmişsindir?” dediler.
Hz. Osman şu karşılığı verdi:
“Vallahi! Mekke’de bir yıl kalsaydım ve Resûlullah da (a.s.m.) Hudeybiye’de otursaydı, o, Kâbe’yi tavaf etmedikçe, ben yine tek başıma onu tavaf etmezdim.”3
* * *
Hudeybiye 1 Antlaşması
Hicretin 6. senesi, Zilkàde ayı (Milâdî 628). Rıdvan bîatı, Kureyşlileri fazlasıyla korkutmuştu. Peygamberimizin üzerlerine yürüyeceği endişesine kapılarak, alelacele sulh teklifinde bulunmak gayesiyle bir heyet gönderdiler. Heyette şu isimler vardı: Süheyl bin Amr (başkan), Huveytip bin Abdü’l-Uzzâ ve Mikrez bin Hafs.
Kureyş müşrikleri üç kişilik bu heyete şu direktifi vermişlerdi:
“Gidin, Muhammed’le sulh anlaşmasında bulunun. Fakat buradan dönüp gitmek şartıyla. Eğer bu şartı kabul etmezse anlaşmaya yanaşmayın.”2
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Süheyl’in gelişini, isminin “kolaylık” mânâsını ifâde etmesinden dolayı hayra yorarak, Sahabîlerine, “Artık, işiniz bir derece kolaylaştı! Kureyşliler, sulh yapmak istedikleri zaman hep bu adamı gönderirler”3 buyurdu.
Sulh heyeti Peygamberimizin huzurunda
Kureyş elçisi Süheyl bin Amr, Resûlullahın huzuruna vardı. Önünde iki dizinin üzerinde diz çöktü. Peygamber Efendimiz ise bağdaş kurmuştu. Müslümanlar da çevresinde oturmuşlardı.
Süheyl bin Amr uzun uzadıya konuştu. Sonra Peygamber Efendimize sulh teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz sulh tekliflerini kabul etti. Bundan sonra sulh şartlarının müzakeresi yapıldı. Onlarda da anlaşmaya varıldı. Sıra anlaşma şartlarının yazılmasına gelmişti. Hz. Ali musalâhanın şartlarını yazmak üzere kâtip tayin edildi.
Peygamberimiz, Hz. Ali’ye, “Yaz!” dedi. “Bismillahirrahmanirrahim.”
Süheyl bin Amr, buna itiraz etti. “Biz, Bismillahirrahmanirrahim’i bilmiyoruz. Sen böyle yazma!” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Öyle ise nasıl yazalım?” diye sordu.
Süheyl, “Bismike Allahümme, yaz” dedi.
Kureyşliler, eskiden beri “Bismillahirrahmanirrahim” yerine “Bismike Allahümme’yi” kullanırlardı.1
Peygamber Efendimiz, “Bismike Allahümme de güzeldir” buyurduktan sonra Hz. Ali’ye, “Haydi yaz: Bismike Allahümme” diye emretti.
Hz. Ali de aynı şekilde yazdı.2
Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ali’ye şöyle yazmasını emretti:
“Bu, Muhammed Resûlullahın, Süheyl bin Amr’la üzerinde anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesi kararlaştırılıp imzaladığı maddelerdir.”
Kureyş heyeti başkanı Süheyl yine itiraz etti, “Vallahi, biz senin gerçekten Allah’ın Resûlü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık. Beytullahı ziyaretine mani olmaz ve seninle çarpışmaya kalkmazdık” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Peki nasıl yazalım?” buyurdu.
Süheyl, “Muhammed bin Abdullah diye kendi ismini ve babanın ismini yaz” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Bu da güzeldir” buyurduktan sonra, Hz. Ali’ye, “Yâ Ali, sil onu. Sil de Muhammed bin Abdullah yaz” diye emretti.1
Hz. Ali, “Hayır! Vallahi, ben Resûlullah sıfatını hiçbir zaman silemem” diye yemin etti.2
Bu arada Müslümanlar da, Hz. Fahr-i Âleme karşı besledikleri muhabbet ve hürmetlerinin eseri olarak, “Biz, Resûlullah Muhammed’den başkasını yazdırmayız. Ne diye dinimiz uğrunda bu eksikliği, bu hakareti kabul ediyoruz?” diye yüksek sesle konuşmaya başladılar.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Müslümanlara seslerini kısmalarını ve susmalarını mübârek elleriyle işâret buyurdu. Birden sustular.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz Hz. Ali’ye, “Bana o sıfatın geçtiği yeri göster” dedi.
Hz. Ali, “Resûlullah” kelimesinin geçtiği yeri gösterdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de onu eliyle sildi. Yerine ise “İbni Abdullah (Abdullah’ın oğlu)” kelimelerini yazdırdı.3
Peygamber Efendimizin, sulha ciddi taraftar olduğunu, sulha giden yoldaki manileri ortadan kaldırmaya ne kadar gayret gösterdiğini bu bir iki nümûneden de anlamak mümkündür.
Musalaha maddeleri
Müşrik heyetinin yukarıdaki itirazları, Müslümanların bu itirazları kabul etmeyişleri ve Peygamber Efendimizin her iki tarafı yatıştırması sonunda sıra musalaha maddelerinin yazılmasına gelmişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ile, müşrik elçiler arasında geçen konuşmalardan sonra karara bağlanan maddelerden mühimleri şunlardır:
1. Müslümanlarla müşrikler huzur ve emniyet içinde yaşamalarını devam ettirmek için birbirleriyle 10 yıl harp etmeyeceklerdir.
2. Peygamberimiz ve Sahabîler bu yıl Mekke’ye girmeyip, geri dönecekler, ancak gelecek yıl yanlarına yalnız yolcu silahı olan kılıç bulundurmak şartıyla gelip Kâbe’yi tavaf edecekler ve ancak Mekke’de üç gün kalacaklardır. Müşrikler ise, o sırada şehri boşaltacaklardır.
3. Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler Müslümanlara iâde edilmeyecek, fakat Mekke’den Medine’ye velev Müslüman dahi olsalar iltica edenler, istendiği takdirde geri verileceklerdir.
4. Arap kabilelerinden isteyen Peygamberimizle, isteyen de Kureyş’le birleşmekte serbest olacaklardır.1
Ashab-ı Kiram’ın hiddet ve itirazı
Resûl-i Ekrem Efendimiz her ne surette olursa olsun Kureyş müşriklerini bir musalaha yazısı ile bağlamak ve bu surette İslâmın siyasî kudret ve mevcudiyetini hem onlara hem de bütün Arabistan halkına göstermek ve tanıtmak istiyordu.2 Bu sebeple, Kureyş heyet başkanı Süheyl’in zahiren Müslümanların aleyhinde görülen teklif ve maddelerini de kabul ediyordu. Bu inceliği bir anda kavramayamayan Ashab-ı Güzin başından beri hem hiddetleniyor, hem de zaman zaman itiraz ediyordu.
Hattâ, Kureyş heyet başkanı Süheyl, Peygamberimize, “Sizden biri bize gelirse reddetmeyelim. Amma bizden size bir adam gelirse Müslüman olsa bile geri vereceksin” diye teklifte bulunduğu zaman, Müslümanlar birden hiddete gelerek, “Sübhanallah! Müslümanların yanına gelmiş bir Müslüman, müşriklere tekrar nasıl geri çevrilir?” diye itiraz etmişlerdi. Sonra da Peygamber Efendimize, “Yâ Resûlallah! Bu şartı da kabul edecek misin?” diye hayretle sormuşlardı.
Her şeye rağmen bir sulh akdedip, Kureyş müşriklerine İslâm devletini resmen tanıtmak arzusunda olan Peygamber Efendimiz Müslümanların bu itiraz ve suallerine şöyle cevap vermişti:
“Evet, bizden onlara gidecek olanları Allah bizden uzak etsin! Onlardan bize gelip, geri çevireceğimiz kimseleri de muhakkak Allah biliyor! Onlar için elbette bir genişlik, bir çıkar yol yaratacaktır.”1
Ebû Cendel Hadisesi
Antlaşma maddelerinin yazılması bitmişti. Fakat taraflarca henüz imzalanmamıştı.
Tam o sırada, zincire vurulmuş birinin kendini Müslümanların arasına attığı görüldü. Gariptir ki bu, Kureyş murahhas heyeti başkanı Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel idi. İslâm şerefiyle şereflenmesine, müşrikler, ayaklarını zincire vurmakla karşılık vermiş ve onu hapsetmişlerdi. Ebû Cendel hapsedildiği yerden bir fırsatını bularak kaçmış ve Mekke’nin alt tarafından kimsenin göremeyeceği yollardan binbir zorlukla Hz. Resûlullahın huzuruna çıkagelmişti. O sırada babası Süheyl henüz Müslümanların karargâhında bulunuyordu.
Ebû Cendel, bizzat babasının kendisine revâ gördüğü dayanılmaz işkence ve eziyetlerden kurtulmak için kendisini Hz. Fahr-i Âlemin ayakları dibine atmış, ona iltica etmişti. “Beni kurtar” diyordu.
Ne var ki, az evvel yapılan anlaşma buna imkân vermiyordu. Nitekim, oğlunun geldiğini gören Süheyl, onu Peygamberimizden geri istedi:
“İşte! Sulh şartları gereğince bana geri vereceğin kişilerden ilki budur” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Biz, sulh anlaşmasını henüz imzalamış değiliz” buyurdu.
Süheyl diretti:
“Vallahi” dedi, “ben de sizinle hiç bir madde üzerinde sulh olmam!”
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Haydi, bu seferlik bunu bana bağışla ve yazıyı imza et” buyurdu.
Süheyl’in bunu kabule asla niyeti yoktu, “Ben, bunu asla anlaşma dışında tutamam ve sana bırakamam” dedi.
Peygamber Efendimiz tekrar, “Hayır! Bunu benim hatırım için yapacaksın” buyurdu. Buna rağmen Süheyl inadından vazgeçmedi:
“Ben bunu asla yapamam.”1
Resûl-i Ekrem Efendimiz, iki müşkil durumla karşı karşıya kalmıştı. Ebû Cendel’i geri vermek demek, onu bile bile eziyet ve işkence çemberi içine atmak demekti. Vermediği takdirde, Kureyş heyeti anlaşmayı feshedecekti. Halbuki o birçok sebeplerden dolayı bunu istemiyordu. Ama herşeyden önce söz vermiş, anlaşma yapmıştı.
Elinde başka çaresi kalmayan Peygamber Efendimiz, teessür içinde Ebû Cendel’i babasına teslim etmek zorunda kaldı.
Ebû Cendel’in feryadı Müslümanların gönlünü dağlıyordu:
“Yâ Resûlallah! Ey Müslümanlar! Siz, beni bana eziyet etsinler, işkencelere uğratsınlar diye mi, bunlara teslim ediyorsunuz? Siz benim eziyet çekmeme rıza mı gösteriyorsunuz?”1
Fakat, ne çare Ebû Cendel artık babasının merhametsiz pençesinde bulunuyordu. Acıklı feryadı, imdad dilemesi, Müslümanların gözlerini yaşlarla doldurdu. Ama, Hz. Resûlullah teslim etti diye seslerini çıkaramıyorlar, yapılan zulmü sinelerine çekiyorlardı. Hz. Resûlullah, teslim etmemiş olsaydı, Ebû Cendel’in bu feryad ve figânını imkânı yok cevapsız bırakmazlardı. Canları pahasına da olsa onu insafsız ellerden kurtarırlardı.
Peygamber Efendimiz, babası tarafından alınan Ebû Cendel’e şöyle buyurdu:
“Biraz daha sabret! Biraz daha maruz kaldıklarına göğüs ger! Bunların ecrini mükâfatını Allah’tan dile! Muhakkak Allah, senin ve yanında bulunan kimsesiz Müslümanlar için bir ferahlık, bir çıkar yol yaratır. Onlara vermiş olduğumuz söze vefâsızlık edemeyiz”2 buyurdu.
Hz. Ömer’in Peygamberimize sorusu
Ebû Cendel, Kureyş müşrikleri tarafından geri alınırken, Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı ve “Yâ Resûlallah! Onu Kureyşlilere ne için geri veriyoruz? Dinimiz uğrunda bu hakareti ne diye kabul ediyoruz?” dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:
“Biz bu iş hakkında onlarla anlaşma yapmış bulunuyoruz! Dinimizde ahde vefâsızlık yoktur?”3
Efendimizden bu cevabı alan Hz. Ömer, bu sefer Ebû Cendel’in yanına sokuldu ve kılıcını ona doğru yaklaştırarak şu teklifi yaptı:
“Ey Ebû Cendel! Şüphesiz, müşriklerin kanı köpeklerin kanı gibi değersizdir. İnsan Allah yolunda babasını da öldürebilir. Öldür gitsin şu babanı.”
Ebû Cendel, “Sen, neden öldürmüyorsun?” diye sordu.
Hz. Ömer, “Resûlullah (a.s.m.), onu ve başkalarını öldürmeyi bana yasakladı” cevabını verince Ebû Cendel, “Ben Resûlullaha itaatte senden geride kalmak istemem”1 dedi.
Müslümanların sadakât imtihanı
Sahabîler, çok arzuladıkları halde, Kâbe-i Muazzamayı ziyaret ve tavaftan alıkonmuşlardı. Bunun yanında Hz. Resûlullah anlaşma ile, görünüşte aleyhlerinde olan bir takım ağır hükümleri de kabul etmiş ve altına imza atmıştı. Sebep ve hikmetlerine gereği gibi nüfuz edemediklerinden dolayı bu durum, son derece Sahabîlerin güçlerine gitti. Manen rahatsızlık duydukları, hal ve davranışlarından belli oluyordu.
Kendi âleminde, böylesine ağır şartlara evet dememin bir türlü izahını bulamayan Hz. Ömer, huzura varmadan edemedi. Peygamberimize, “Sen Allah’ın hak peygamberi değil misin?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Evet, ben Allah’ın peygamberiyim” buyurdu. Sonra da aralarında şöyle bir konuşma oldu:
“Biz Müslümanlar hak, düşmanlarımız olan müşrikler ise bâtıl üzere bulunmuyorlar mı?”
“Evet, öyledir.”
“Bu halde dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?”
“Ey Hattab’ın oğlu, ben Allah’ın kulu ve Resûlüyüm. Allah’ın emirlerine aykırı harekette bulunamam. Bu muâhede maddelerini kabul etmekle de Allah’a isyan etmiş değilim. O, beni hiçbir zaman zarara uğratmayacaktır.”
“Sen bize Allah’ın nusret buyuracağını, gidip Kâbe’yi hep beraber tavaf edeceğimizi va’d etmiş değil miydin?”
“Evet, vaad etmiştim. Ancak, bu yıl gidip tavaf edeceğimizi söylemiş miydim?”
“Hayır.”
“O halde tekrar ediyorum: Sen muhakkak Mekke’ye gidecek ve Kâbe’yi tavaf edeceksin.”1
Hz. Ömer’in, Hz. Ebû Bekir’le konuşması
Hz. Ömer, buna rağmen iç âleminde kabarmış duygularını teskin edemiyordu.
Bu sefer Hz. Ebû Bekir’in yanına gitti. Onunla da aralarında şu konuşma oldu:
“Ey Ebû Bekir, bu zât, Allah’ın hak peygamberi değil midir?”
“Evet, o Allah’ın hak peygamberidir.”
“Peki biz Müslümanlar hak üzere, düşmanlarımız ise bâtıl üze re değiller mi?”
“Evet, bizler hak üzereyiz, düşmanlarımız ise batıl üzeredirler!”
“O halde, dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?”
“Ey Ömer, o, Allah’ın Resûlüdür. Bu muâhedeyi yapmakta Rabbine asî olmuş değildir. Allah onun yardımcısıdır. Sen, onun emrine itaat et!”
“O, bize Medine’de; ‘Beyt-i Şerife varacağız, tavaf edeceğiz’ demedi mi?”
“Evet, ama, sana, ‘Beytullaha bu yıl gidecek ve tavaf edeceksin’ diye mi haber verdi?”
“Hayır.”
“Sen, muhakkak, yakın bir zamanda Beytullaha gidecek ve onu tavaf edeceksin” dedi.1
Hz. Ömer’in itiraf ve nedâmeti
Hz. Ömer, o günkü halet-i ruhiyesini ve sonradan duyduğu nedâmeti şöyle anlatır:
“Ben, hiç bir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım. Peygambere hiçbir zaman başvurmadığım bir biçimde başvurmuştum. Eğer o gün, kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha ve muâhede yüzünden hemen bunların içinden ayrılır, onların yanına varırdım.
“Nihayet, Allahü Teâla, işin sonunu hayır ve rahmet kıldı. Resûlullah ise, işin böyle olacağını çok iyi biliyormuş.
“O gün, Resûlullaha (a.s.m.) karşı sarfetmiş olduğum sözlerimden duyduğum korkudan dolayı neticenin hayır olmasını ümit ederek oruçlar tutmaktan, sadakalar vermekten, namazlar kılmaktan ve köleler azâd etmekten geri durmadım.”2
Resûl-i Ekrem Efendimiz, muâhede ve musalaha işini bitirdikten sonra, Sahabîlere, “Artık kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip sonra başlarınızı tıraş ediniz” diye seslendi.3
Ne var ki, Hz. Resûlullaha sonsuz hürmet ve muhabbetlerine rağmen Sahabîlerin hiçbirinde bu emir karşısında bir hareket görülmedi. Peygamber Efendimiz, emrini ikinci bir kez tekrarlamak zorunda kaldı:
“Kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz.”
Fakat, Sahabîler aynı şekilde sanki bu emri duymamış gibi davranıyor, kurban kesme ve tıraş olma işine başlamıyorlardı.
Resûl-i Ekrem emrini üçüncü kere tekrarladı:
“Kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz”1 buyurdu.
Yine Sahabîlerden bu konuda bir hareket görülmedi. Emrini üç kere tekrarlamasına rağmen, Ashabdan kimsenin kalkmadığını gören Hz. Fahr-i Âlem, dönüp hanımı Hz. Ümmü Seleme’nin yanına gitti.
“Ey Ümmü Seleme! Nedir şu halkın tutumu? Onlara; kurbanlıklarınızı kesiniz, başlarınızı tıraş ediniz diye tekrar tekrar söylüyorum. Fakat hiç biri emrime icabet etmiyor” diyerek Sahabîlerin bu durumundan şikâyet etti.2
Müstesna zekâ ve fazilet sahibi olan Hz. Ümmü Seleme şöyle dedi:
“Yâ Nebiyyallah! Bu işi yapmak istiyor musunuz? O halde şimdi dışarı çıkınız, sonra kurbanlık develerini kesinceye ve berberini çağırtıp o seni tıraş edinceye kadar Ashabdan hiçbirisine bir kelime bile söylemeyin. Çünkü, sen kurbanını kesecek ve tıraş olacak olursan, halk da öyle yapar.”3
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), dışarı çıktı. Hiç kimseyle görüşmeden ve hiç kimseye birşey söylemeden, ihramını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna attı. Kurbanlık develerini kesti. Ve berberi Huzaâlı Hıraş bin Ümeyye’yi çağırıp tıraş oldu.4
Bunu gören Sahabîler de derhal kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladılar. Hz. Ümmü Seleme der ki: “Kurbanlıklara öylesine koştular, öylesine yığıldılar ki, neredeyse birbirlerine ezeceklerdi.”1
Sahabîlerin, Resûlullaha muhalefet etmek için tekrarlanan emrini yerine getirmeyip bekledikleri elbette söylenemez. Belki onlar, çok ağır buldukları muâhede ve musalaha hükümlerinin vahiy ile ortadan kaldırılacağını düşünüyor ve bu vahiy ile Peygamber Efendimizin (a.s.m.), verdiği emirden vazgeçeceğini umuyorlardı. En azından, umre amellerini tamamlayabilmek için Mekke’ye girmelerinin temin edilebileceğini ümit ediyorlardı. Bunun gerçekleşmesi için de bekliyorlardı. Nitekim, bu hususta herhangi bir vahyin inmediğini ve Hz. Resûlullahın da kurbanlık develerini kesip, mübârek başlarını tıraş ettirdiğini görünce, onların da Resûl-i Kibriyâya (a.s.m.), muhalefet etmiş duruma düşmemek için süratle kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladıkları görülüyordu.
Bu hadiseden, ayrıca Hz. Ümmü Seleme’nin de müstesna bir zekâ ve fazilete sahip olduğunu anlıyoruz. Hattâ, “Ümmü Seleme’nin Hudeybiye’de gösterdiği dirâyet ve fetâneti İslâm tarihinde hiç bir kadın göstermemiştir”2 denilmiştir.
Peygamberimizin duâ etmesi
Sahabîlerden bir kısmı başını kazıttırıyor, kimisi de kısalttırıyordu. Bunu gören Efendimiz, “Allah başlarını kazıttıranlara rahmet etsin”3 diye duâ etti.
Saçlarını kısalttıran Sahabîler bu duâ karşısında bir an tereddüt geçirdiler. Aynı duâyı kendilerine de yapmalarını Efendimizden rica ettiler.
Peygamberimiz yine, “Allah başlarını kazıttıranlara rahmet etsin” diye duâ etti.
Sahabîler üçüncü kere, “Yâ Resûlallah! Kırptıran, kısalttıranlara da duâ et” deyince, Resûl-i Ekrem, “Allah saçlarını kırptıran, kısalttıranlara da rahmet etsin”1 diyerek onları da duâsının içine dahil etti.
Sahabîler, “Yâ Resûlallah! Neden saçlarını kırptıran, kısalttıranları hariç tutup, saçlarını kazıttıranlara rahmet diledin?” diye sordular.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, cevaben şöyle buyurdu:
“Çünkü, saçlarını kazıttıranlar, emre tam uyup diğerleri gibi şüpheye düşmediler.”2
Sahabîler tıraş olduktan sonra, Allah tarafından estirilen bir rüzgâr, saçlarını Harem-i Şerife doğru uçurup götürdü. Onlar bunu umrelerinin kabulüne bir işâret sayarak birbirlerine müjdelediler.
Hudeybiye’den ayrılış
Server-i Kâinat Efendimiz, Ashabıyla birlikte yirmi gün kadar kaldıktan sonra Medine’ye dönmek üzere Hudeybiye’den ayrıldı.
Ashab-ı Kiram, Kâbe-i Muazzama’yı ziyâret edemeyip döndüklerinden dolayı çok üzgün idiler.
Bu sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimize, Mekke ile Medine arasında bulunan Kürâü’l-Gamîm mevkiinde Müslümanların yakında büyük fetihlere kavuşacaklarını müjdeleyen Fetih Sûresi nâzil oldu:
“Biz sana ap açık bir fetih yolu açtık.”3
Cenâb-ı Hak, indirdiği aynı sûrede, ayrıca Server-i Kâinat Efendimizle Müslümanların kısa zaman sonra gidip Kâbe’yi tavaf edeceklerini de haber veriyor ve Resûlünün gördüğü rüyâyı tasdik ediyordu:
“And olsun ki Allah, Resûlünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etti. İnşaallah hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harâma gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir; onun için, Mekke’nin fethinden önce size yakın bir fetih daha ihsân etti.”1
Hz. Ömer, Medine’ye dönüşte, yol esnasındaki halet-i ruhiyesini ve Fetih Sûresinin nazil oluşunu şöyle anlatmıştır:
“Hudeybiye’den dönerken, Resûlullahın (a.s.m.) yanında gidiyordum. Ona bir şey sordum. Bana cevap vermedi. Tekrar sordum. Yine cevap vermedi. Üçüncü kere sordum. Yine cevap vermedi.
“Kendi kendime: ‘Ey Hattab’ın oğlu! Annen seni kaybetsin de, yok olasın! Bak. Resûlullaha üç kerre sordun durdun da Resûlullah sorularına hiç bir cevap vermedi. Sen aleyhinde Kur’an’dan âyet inmesini hakettin!’ dedim.
“Aleyhimde âyet inmesinden korkarak devemi sürüp halkın tâ önüne geçtim. Sanki her şey beni tutup sıkıyordu. Aradan çok geçmeden bir münadinin, ‘Ey Ömer bin Hattab!’ diyerek bana seslendiğini duydum. Kendi kendime, ‘Ben, zaten aleyhimde âyet inmiş olmasından korkmuştum!’ dedim.
“Kalbime öylesine bir korku çökmüştü ki, onu ancak Allah bilir.
“Hemen döndüm. Resûlullahın huzuruna vardım. Selâm verdim. Selâmıma karşılık verdi. Oldukça sevinçli idi:
“‘Ey Hattabın oğlu! Bana bu gece bir Sûre indi ki o, bana üstünde güneş doğan herşeyden daha sevgilidir’ buyurduktan sonra, onu okudu:
“Biz, gerçekten, sana apaçık bir fetih ve zafer kapısı açtık…”1
Resûl-i Kibriyâ Efendimize Fetih Sûresinin nazil olması sırasında sâir Müslümanlar da oldukça korkuya kapılmışlardı. İnen vahyin davranışlarıyla ilgili olduğunu sanarak endişe etmişlerdi.
Mücemmi’ bin Câriye, o ânı şöyle anlatır:
“Halk, korka korka develerinin yanına dağılmışlardı. Herkes birbirine soruyordu; ‘Halka ne oluyor?’ diye.
“‘Resûlullaha vahiy gelmiş’ dediler.
“Biz de, halkla birlikte korka korka Resûlullahın yanına doğru vardık. Resûlullah ayakta duruyordu. Halk etrafında toplanınca onlara “İnna fetehna leke fethan mübînâ…” diye Fetih Sûresinin âyetlerini okudu.
“O sırada, Sahabîlerden birisi, ‘Yâ Resûlallah! Bu muâhede bir fetih midir?’ diye sordu.
Resûlullah Aleyhisselâm, ‘Evet, hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu muâhede, muhakkak bir fetihtir!’ buyurdu.”2
“Hudeybiye Büyük Bir Fetih’tir”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine’ye doğru Ashabıyla gelirken bir Sahabînin, “Beytullahı tavaftan alıkonulmuşuz, kurbanlıklarımızın Haremde kurban edilmelerine de mani olunmuştur. Müslüman olarak da bize gelip sığınanları Resûlullah onlara geri çevirmiştir. Bu nasıl ve ne biçim fetihdir?” dediği kendisine haber verildi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Bu, ne kötü bir sözdür” buyurduktan sonra, Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu şöylece izah etti:
“Evet! Hudeybiye Sulhü en büyük fetihdir. Müşrikler, sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet içinde bulunmanızı istemişlerdir.
“Onlar şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslâmiyeti de böylece sizlerden görecek, öğreneceklerdir. Allah, sizi, onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir! Bu ise, fetihlerin en büyüğüdür.”1
Hz. Resûlullahın böylesine kesin konuşmasından sonra Sahabîlerin de gönlüne bir ferahlık geldi. Sulhün bir fetih olduğunu şöyle itiraf ettiler:
“Vallahi, yâ Resûlallah, bizler, bunu senin düşündüğün gibi düşünmemiştik! Muhakkak ki sen, Allah’ın emirlerini bizden daha iyi bilirsin.”2
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Ashabıyla birlikte bir ay süren seferde sonra Zilhicce ayı başında Medine’ye geldi.3
Hudeybiye antlaşmasına kısa bir bakış
Kendilerini Kâbe’yi ziyâret ve tavafa hazırlamış olan hakikat ve doğruluğa müştak Sahabîler, maddelerin dış görünüşüne bakıp, Hudeybiye muâhede ve musalasının aleyhlerinde olduğu kanaatına varmışlardı. Fakat zamanla sulhun müsbet neticeleri görülmeye başlanınca, Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.), kararında ne kadar haklı olduğunu ve endişelerine de mahal bulunmadığını anladılar.
Her şeyden evvel, İslâmın amansız düşmanı olan Kureyş müşrikleri bu sulh ile İslâm devletini resmen tanımış oluyorlardı.
Ayrıca bu sulh, diğer fetihlere de bir başlangıç olmuş, fetih kapılarının açılması için bir anahtar teşkil etmiştir. Nitekim bu sulhu, daha doğrusu bu mânevi fethi, kısa bir zaman sonra Hayber’in fethi ve ondan sonra da Mekke Fethinin takip ettiğini görüyoruz.
Yine bu sulh sayesinde, Müslümanlar için mânevî tebliğlerini harp ve darptan uzak, emniyet ve huzur içinde yerine getirebilecek bir zemin ve imkân doğmuştur. Müslümanlarla müşrikler arasında birbirlerinin vücudunu ortadan kaldırmak için cereyan eden harpler sebebiyle kimse kimseyle temas edip görüşme imkânı bulamıyordu. Bu sulh devresiyle İslâmın ve Müslümanların işine yarayacak bu geniş imkân meydana geldi.
Her ne kadar maddî kılıç bir müddet kınına sokulu durduysa da, Kur’an-ı Hakîmin parlak mânevî kılıcı ortaya çıktı, kalb ve akılları fethe başladı. Anlaşma sayesinde Müslümanlarla, müşrikler birbirleriyle serbestçe görüşme imkânı buldular. Müslümanların yaşayışlarıyla gösterdikleri İslâmın güzellikleri onları kendilerine cezbetti. Kur’an’ın sönmez nurları kavim ve kabilelerin inad ve taassublarını kırıp, mânevî hükmünü icrâ etti. Meselâ, bir harp dâhisi olan Halid bin Velid ve bir siyâset dâhisi bulunan Amr bin Âs gibi, maddî kılıçla mağlubiyeti kabul etmek istemeyen zâtlar, bu sulh sayesinde Kur’an’ın mânevî kılıcının cazibesinden kendilerini kurtaramayıp, Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak teslimiyetlerini arz etmiş, Müslüman olmuşlardır.
Aynı şekilde sulhün tanıdığı imkân dolayısıyla Mekke’den Medine’ye, Medine’den Mekke’ye ziyâretler, ticarî münasebetler başladı. Kureyş müşrikleri Müslümanları yakından tanıma fırsatını buldular. Onların doğruluklarına, dürüstlüklerine şahid oldular. Müslümanların nasıl bir hürriyet havası içinde yaşadıklarını yakından takib ettiler. Bu arada Müslümanların telkin ve tavsiyesiyle birçok müşrik îmân dairesine girdi. Kimisi de îmân ve İslâma karşı besledikleri düşmanlıklarını yumuşatarak, imâna karşı meyil gösterdi.
Hudeybiye Sulhundan Mekke’nin fethine kadar geçen iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamber olarak gönderilişinden sulh gününe kadar geçen yaklaşık yirmi seneye yakın zaman içinde Müslüman olanlardan çok daha fazla olmuştur. Umre maksadıyla yola çıkan Sahabîlerin sayısı bin dört yüz iken, iki sene sonra Mekke’nin fethine gidildiğinde bu sayı on bini buluyordu. Bu da, Hudeybiye Sulhunun ne kadar yerinde yapılmış bir anlaşma olduğunu açıkça göstermektedir.
Kur’an’ın Hudeybiye Sulhünü “Feth-i Mübîn”, yani ap açık bir fetih olarak tavsif etmesi de, dikkat çekicidir. Halbuki Müslümanlar, daha evvel de küçümsenmeyecek zaferler elde etmişlerdi. Fakat Kur’an’ın bunları değil de, Hudeybiye Sulhunu “Feth-i Mübîn” olarak nitelendirmesi, İslâmiyet için asıl hakiki zaferin mânevî sahada olduğu gerçeğine işaret içindi. Nitekim İmam-ı Zührî, buna işaretle, “İslâmda Hudeybiye Musalahasından önce, ondan daha büyük bir fetih olmamıştır”1 demiştir.
İbni Mes’ud’un (r.a.) rivâyeti de aynı meâldedir:
“Siz Fetih olarak Mekkenin fethini kabul ediyorsunuz. Halbuki biz, asıl fetih olarak Hudeybiye Sulhünü sayıyoruz.”2
Hudeybiye Sulhü aynı zamanda, siyasî büyük bir zaferdi. Çünkü, Hayber Yahudilerini, kuvvetli dostları olan Kureyş müşriklerinden tecrid ediyordu. Hayber Yahudileri için artık Kureyş müşrikleri yok demekti. Dolayısıyla buranın fethi de, bu sayede daha da kolaylaşıyordu. Nitekim, Resûl-i Ekrem, Medine’ye döndükten birkaç hafta sonra Hayber’in fethine muvaffak olmuştur.
Bütün bu neticeler görüldükten sonra Hudeybiye Sulhu için Kur’an’ın, “Biz sana gerçekten açık bir zafer verdik” haber ve hükmünün ne kadar mu’cizâne ve veciz olduğu açıkça anlaşılıyordu. Bu vesileyle şu âyet-i kerimeyi de hatırlatalım:
“Hoşunuza gitmese de, size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı. Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazan da sevdiğiniz birşey sizin için şer olur. Allah herşeyi bilir, siz bilmezsiniz.”3
* * *
Ebû Basîr Kureyşlilerin Ticaret Yollarını Kesiyor
Peygamber Efendimizin, Hudeybiye’den Medine’ye dönüşü üzerinden pek fazla bir zaman geçmemişti.
Bu sırada İslâmiyetle müşerref olan Sakif Kabilesinden Ebû Basîr adındaki bir zat bir fırsatını bulup Mekke’den Medine’ye geldi.
Üç gün sonra, onu istemek üzere Kureyşliler iki kişi gönderdiler. Bunlar Peygamber Efendimize, “Bize karşı imza ettiğin antlaşmayı hatırlatırız” diyerek Ebû Basîr’i geri istediler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, anlaşma gereğince Ebû Basîr’i geri vermek zorundaydı. Ona, “Ey Ebû Basîr! Biliyorsun ki, biz şu Kureyşlilerle bir anlaşma yapmış ve onlara söz vermiş bulunuyoruz. Dinimize göre, verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz.
“Muhakkak Allah, sana ve senin gibi müşrikler içinde kalan Müslümanlara bir genişlik, bir çıkar yol yaratacaktır” deyip teselli verdi. Sonra onu gelen adamlara iâde etti.
Ebû Basîr, “Yâ Resûlallah! Bana işkence yapsınlar, beni dinimden döndürsünler diye mi müşriklere geri veriyorsun?” diye feryad etti.
Resûl-i Ekrem, tekrar ona teselli verdi:
“Sen git! Muhakkak Allah, sana ve senin gibilere bir çıkar yol yaratacaktır.”1
Kureyş’in gönderdiği iki adam Ebû Basîr’i alarak Medine’den yola çıktılar. Zülhuleyfe’ye ulaştıklarında orada oturup beraber yemek yediler.
Ebû Basîr her an onlardan nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu. Önce onlarla yakınlık kurmak istedi. Bunun için kendileriyle sohbete başladı. Huneys adındakinin ismini, babasının kim olduğunu sorup, öğrendikten sonra, “Öyle zannediyorum ki, senin şu kılıcın oldukça keskindir” dedi.
Adam, “Evet,” dedi, “oldukça keskindir.”
Ebû Basîr gayet sakin ve emniyet verici bir tavırla, “Ona bir bakabilir miyim?” diye sordu.
Huneys, “İstiyorsan, al bak” dedi.
Ebû Basîr bulunmaz bir fırsatı yakalamıştı. Kılıcı kaptığı gibi Huneys’in üzerine yürüyüp işini bitirdi.1
Bunu gören diğer arkadaşı son sürat kaçarak Medine’ye geldi. Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı, “Adamınız, arkadaşımı öldürdü. Ben ise elinden zor kurtuldum” diyerek Ebû Basîr’den dolayı şikayet etti.
Bu sırada Ebû Basîr de geldi, “Yâ Resûlallah! Sen, beni onlara teslim ile ahdini yerine getirmiş oldun. Şimdi, Allah beni onlardan kurtardı” diyerek bir daha müşriklere iâde edilmeyip Medine’de kalmayı istedi.
Ebû Basîr’in cesaret ve atılganlığına hayret eden Efendimiz, Sahabîlere hitaben, “Bu adam, harp kışkırtıcısı, kızıştırıcısıdır! Hele yanında, bir takım adamlar da bulunsa, artık elinden gelmeyecek iş yoktur”2 buyurdu.
Bu sözler üzerine Ebû Basîr, tekrar Kureyşlilere iâde edileceği düşüncesine katıldı. İçinde yine feryatlar koptu.
Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, onu Kureyşlilere tekrar geri vermediği gibi Medine’de kalmasına da müsaade etmedi. “Haydi çık, istediğin yere git” diyerek onu istediği yere gitmekte serbest bıraktı.3
Bunun üzerine Ebû Basîr de, Medine’den çıktı. Deniz sahilinden Mekke’den Şam’a giden yol üzerindeki Îs Vadisine gidip yerleşti.
Mekke’de hapsedilmiş bulunan Müslümanlarla, îmânlarını gizleyenler bunu duyunca birer ikişer kaçarak Ebû Basîr’in yanında toplandılar. Kısa zamanda sayıları yetmişi buldu. Hattâ, etraftaki kabilelerden de katılanlarla birlikte bu sayı üç yüze çıktı.
Böylece Ebû Basîr, etrafında büyük bir kuvvet toplamış oluyordu. Kureyş’in Şam’a gönderdiği bütün ticaret kafilelerinin yolunu kesip, adamlarını öldürüyor ve mallarına da el koyuyorlardı.1
Kendilerini tehdit eden bu durum karşısında Kureyşliler Peygamber Efendimize derhal bir elçi gönderdiler. Elçinin Peygamberimize getirdiği mektupta şunlar yazılı idi:
“Allah ve akrabalık aşkına! Sen, Ebû Basîr’in arkadaşlarına haber salsan ki, bundan böyle her kim, Medine’ye, senin yanına gelirse, o emniyet ve selâmettedir. O, geri çevrilmeyecektir.”2
Kureyşin bu rica ve müracaatları üzerine Peygamber Efendimiz de Ebû Basîr ve yanından bulunan Müslümanları dâvet için Ebû Basîr’e bir mektup yazdı.
Ebû Basîr o esnada ağır hasta idi. Resûl-i Ekrem Efendimizin mektubu kendisine ulaştığında son nefeslerini alıp veriyordu. Bu vaziyette mektubu eline aldı, yüzüne gözüne sürdü, Henüz tam okumadan da ruhunu teslim etti.
Ebû Cendel ve diğer Müslümanlar onun cenaze namazını kılıp defnettiler.3
Daha sonra Ebû Cendel, diğer Müslümanları da yanına alarak Medine’ye Peygamberimizin yanına geldi.4
* * *
Ümmü Külsüm, Peygamberimize İlticâ Ediyor
Hudeybiye Anlaşmasının üzerinden fazla bir zaman geçmemişti ki, Peygamberimizin Mekke’deki azılı düşmanlarından Ukbe bin Ebî Muayt’ın Müslüman olan kızı Ümmü Külsüm, bir yolunu bulup Medine’ye geldi. Resûl-i Ekrem Efendimize iltica edip şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Ben, dinim için onların yanından kaçıp senin yanına geldim! Beni koru, müşriklere geri çevirme! Beni kâfirlere geri çevirecek olursan, bana işkence yaparlar, dinimden döndürmeye çalışırlar.”1
Bunun üzerine inen âyet, Peygamber Efendimizin nasıl hareket etmesi gerektiğini tayin etti:
“Ey îmân edenler! Mü’min kadınlar hicret etmiş olarak size geldiğinde onları imtihan edin. Onların îmânını Allah hakkıyla bilir. Eğer mü’min olduklarına kanaat getirirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir; onlar da bunlara helâl olmaz. Müşrik kocalarının onlara verdiği mehri iâde edin. Mehirlerini verdiğiniz takdirde o kadınlarla evlenmenizde sizin için bir günah yoktur. Kâfir kadınları da nikâhınız altında tutmayın; onlara verdiğiniz mehri geri isteyin. Kâfirler de size katılan Müslüman hanımlarına verdikleri mehri geri istesinler. Allah’ın hükmü budur; aranızda O hükmeder. Allah herşeyi hakkıyla bilir, herşeyi hikmetle yapar.”2
Bu âyet-i kerime, Hudeybiye Sulhundaki Medine’ye hicret ve ilticâ edecek Müslümanların iâdesi ile ilgili maddenin erkeklere mahsus olduğunu, kadınlara şâmil bulunmadığını ortaya koyuyordu.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, müşriklerin arasından Medine’ye çıkıp gelen erkekleri iâde ettiği halde Müslüman kadınları geri çevirmedi.
Nitekim, Ümmü Külsüm’ü de kardeşleri Velid bin Ukbe ile Umâre bin Ukbe Medine’ye gelerek istedikleri zaman; Resûl-i Ekrem, “Muâhededeki o şartın hükmünü, Allah, kadınlar hakkında bozdu, ortadan kaldırdı” buyurarak Ümmü Külsüm’ü onlara teslim etmedi.
Bu âyetin nazil olmasından sonra Mekke’den Medine’ye hicret eden kadınlar bir nevi imtihana tâbi tutuluyorlardı. Onlar, “Vallahi biz, sadece Allah’a ve Resûlüne ve İslâmiyete olan muhabbet ve bağlılığımızdan dolayı çıkıp geldik. Yoksa ne koca, ne mal, ne başkasına olan kin ve buğzumuz sebebiyle gelmedik” diye yemin ediyorlardı.
Bunun üzerine Medine’de kalmalarına müsaade edilip geri çevrilmiyorlardı. Böyle yeminde bulunanların mehirleri de kocalarına iâde ediliyordu.1
İnen âyet-i kerimede ayrıca mü’minlere “Kâfir olan kadınlarınızı artık nikâhınız altında tutmayın” diye emrediliyordu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, o zamana kadar nikâhı altında bulunup Mekke’de oturan müşrik iki hanımını boşadı.2
Kaynak: Salih Suruç'un "Peygamberimizin Hayatı" isimli kitaptan alınmıştır.