Şürahbil’in hazırlanması
Göğüsleri heyecan ve cihada karşı aşkla dolu mücahidler uçsuz bucaksız kum denizini at ve deve sırtında aşmaya çalışarak yollarına devam ediyorlardı.
Bu sırada Şürahbil’in kulağına İslâm ordusunun Medine’den hareket ettiği haberi ulaştı.
Şürahbil, hazırlanmakta gecikmedi. Kayser Heraklius’a haber uçurarak, kendisinden yardım dileğinde bulundu. Bu arada, Vadi’l-Kura’ya gelip konmuş bulunan İslâm ordusuna karşı da kardeşi kumandasında bir askerî kuvveti öncü olarak gönderdi. Mücahidler, vuku bulan çatışmada komutan Sedus’u öldürdüler, birliğini de bozguna uğrattılar. Bu bozgun, Şürahbil’in gözünü korkuttu.
İlk saldırıyı başarıyla önleyen İslâm ordusu, Vadi’l-Kura’dan ayrılarak Şam topraklarından Maan’a gelip konakladılar. Mücahidler, burada korkunç bir haberle irkildiler:
“Bizans İmparatoru Heraklius, Rumlardan 100.000 askerin başına geçmiş, güneye doğru yürüyormuş. Harp âlet ve malzemeleri bakımından ordusu son derece mükemmelmiş.”
Kulakları çınlatan bu haber yalan değildi. Yalan olmadığı için de Hz. Zeyd, mücahilerin görüşlerini öğrenmek istedi. Konuşanların ekserisi şu görüşteydi:
“Resûlullah Aleyhisselâma mektup yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim, bize savaşacak er göndersin. Ya da bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini isteyelim.”1
O zamana kadar konuşmayan, hep susup dinleyen biri vardı ki, konuşma sırası ona gelmişti. Bu hem büyük bir şâir, hem de emsalsiz bir kahraman olan Abdullah bir Ravâha idi. Komutan Zeyd Hazretlerinin bu husustaki sorusunu kahramanca şöyle cevaplandırdı:
“Vallahi, sizin şimdi istemediğiniz şey, arzulayıp o arzu ile yola çıktığınız şehidliktir.
“Biz insanlarla, ne sayıca, ne silahca, ne de at ve süvarice çokluk olduğumuz için değil, Allah’ın bizi şereflendirdiği şu din kuvvetiyle savaşıyoruz.
“Gidiniz! Çarpışınız! Bunda muhakkak iki iyilikten biri vardır: Ya şehidlik ya zafer!”2
Mücahidler, bu samimi ve yürekten sözleri, sanki Abdullah bin Ravâha’dan değil de, bir başka âlemden kendilerine bir seslenişmiş gibi dinliyorlardı. İman ve cihad aşkıyla yanan içler, bu sözlerle birden nûranî birer alev halini aldı ve “Vallahi Ravâha’nın oğlu doğru söylüyor” diyerek cesaretle düşmana doğru yol almaya başladılar.
Hesaplaşmanın başlaması
Tarih, Hicretin sekizinci yılı, Cemâziyelevvel ayını gösteriyordu. Yer, Mü’te meydanı idi.
Bir tarafta yüz bini aşan gururlu ve intizamlı Hıristiyan Bizans ordusu. Diğer tarafta, üç bin kişilik, hasmına kıyasla gayet az ve harp malzemelerinden mahrum Hz. Zeyd kumandasındaki İslâm ordusu. Birincisinde her şey var, bir tek şey yok. İkincisinde ise düşmana nisbetle hiç bir şey yok, sadece bir tek şey var: İman. Uğrunda her şeylerini fedâ etmek duygusuyla harekete geçen dinlerinin sahibi Allah’a iman ve Onun yardımına olan itimad.
Zahire bakılıp hüküm vermeye kalkıldığı takdirde görünen manzara garip bir durum arzediyordu. Kıyas kabul etmeyecek bir çokluk ve azlık karşı karşıyaydı. Nitekim, Bizans İmparatoru Heraklius, karşısında bir avuç insanı görünce, hadiseye bu kadar ehemmiyet verişinin mânâsız düştüğünü ve onları bir anda yok edeceğini düşünmüş olacak ki, kendisini tutamayarak kahkahalar savurdu. Sonra da bu kadar zahmet ve külfete mânâsızca sebebiyet verdiği için Şürahbil’i de tekdir etti.
Ne var ki, Kayser iki şeyi birbirine karıştıyordu: Görünüş ve hakikatı. Evet, görünüşte gerçekten Bizans ordusu göz kamaştırıcı bir haşmete sahipti. Ama hakikatta bu haşmetli görünüş altında cılız ve sönük bir ruh vardı. İslâm ordusu ise, görünüşte gerçekten sayıca azdı, silahça güçsüzdü. Ama hakikatta bu azlığın içinde azametli bir ruh, bir mânâ, bir heyecan ve aşk vardı. Galibiyetler, muzafferiyetler ise, tarihte ihtişamlı görünüşlerin değil, hep azametli îmânın, büyük ruhun ve haşmetli mânânın olagelmiştir.
İki taraf artık birbirlerini iyice görmüş ve süzmüşlerdi; bundan sonra bekleyip durmak mânâsızdı.
İslâm ordusunun kumandanı Hz. Zeyd bin Hârise, Resûl-i Kibriyânın teslim ettiği ak sancağı omuzlayarak ortaya atıldı. Çarpışma şimşek çakışları sür’atinde başladı. Bir anda yerler kana bulandı. Tekbir sesleri, kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, yaralı feryatları ve harp nâraları birbirine karıştı.
Hz. Zeyd’in şehâdeti
Bir elinde beyaz sancak düşmanla göğüs göğüse kahramanca çarpışan büyük kumandan Hz. Zeyd, Bizanslıların mızrak darbelerine maruz kaldı ve vücudu delik deşik oldu. Kanları etrafa sıçrıyordu. Ayakta duracak gücü kaybeden bu büyük insan, mukaddes gayesine kendisini seve seve fedâ etmenin mânevî haz ve huzuru içinde yere düşüp şehâdet mertebesine ulaştı.1
Sancak, sahibini bekliyordu. Hz. Zeyd’in şehid olduğunu gören Hz. Resûlullahın tâlimatı gereği sancağın yeni sahibi, yani kumandan Hz. Câfer, bir ok sür’atinde sıçrayarak o mübârek ak sancağı kaptığı gibi omuzladı.2 Düşman kalabalığını ve kudurgan saldırışını hiçe sayarak safları arasına elde ak sancak, cesur ve yiğitçe daldı. Zeyd’in şanlı, şerefli âkıbetine uğrayacağını bile bile kılıç sallamaya devam etti. Düşman kalabalıkmış olsun… Kuvvetliymiş, ne çıkar? Yiğit her şeye rağmen kendi vazifesini yapacaktır. Zaten yiğitlik, verilen vazifeyi hakkıyla yerine getirmek değil de nedir? Hem şehid olsa neyi kaybedecektir? Dünya hayatını mı? Olsun, ebedî bir hayat var ya! Dünya hayatını verip, ebedî hayatta imrenilecek mertebeleri kazanmak az şey mi?
Hz. Câfer de şehid düştü
Kumandan Hz. Câfer gibi, her mücahid aynı duygu, aynı heyecan ve aynı kudsî gaye ile düşman ordusuna saldırıyordu. İslâm ordusunda kartal cesareti, düşman askerinde karga ürkekliği vardı. Durum ne olursa olsun, İslâm ordusu kârlı çıkacaktı. Galip olurlarsa, hem maddî, hem mânevî zaferi elde etmiş olacaklar, mağlup olup şehid olurlarsa, mânevî zaferi şanlı, şerefli bir destan halinde elde edeceklerdi. Bunun için korkuları, telaşları, endişe ve tereddütleri yoktu.
Dost gözler yanında düşman gözler de, yeni kahraman kumandanın üzerinden ayrılmıyordu. Bu ürkek ve mütereddid gözler, bu kahramanın cesaretli saldırışına, önüne geleni biçmesine, karşısına çıkanı kırıp geçirmesine hayret ve şaşkınlıkla bakıyordu.
Ne var ki, Hz. Câfer’in de mukadder âkıbeti yaklaşıyordu. İnen hâin bir kılıç darbesi, sağ kolunu bileğinden kesti. Bu sefer şanlı sancağı, sol eline aldı. Ama fazla sürmeden bu kolu da kesildi. Eğer alabilirse, manzarayı hayalinizde canlandırınız ve bu büyük kahramanın İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda gösterdiği gayreti, hamiyeti hayranlıkla seyrediniz. Bu eşsiz kahraman, Resûller Resûlünün teslim ettiği, İslâmın izzetini, ordunun şerefini temsil eden mübârek sancağı yere düşürmemek için, bileklerinden aşağısı yere düşmüş kolları ile ona sarıldı.1 Artık düşman saldırısına karşı koyacak durumu yoktu. O anda tek gayesi, o şanlı ve şerefli bayrağı yere düşürmeden üçüncü ele teslim etmekti. İlâhî Yarabbi! Bu ne haşmetli iman, bu ne büyük bir ideal, bu ne kudsî gaye, bu ne ulvî gayret ve hamiyyet! Bizim şu anda havsalamıza sığdıramadığımız hadiseyi Hz. Câfer (r.a.) bizzat yaşıyordu.
Bu haşmetli manzara, haliyle fazla devam etmedi ve düşmandan gelen kılıç darbeleri Hz. Câfer’i de, Hz. Zeyd’in kavuştuğu şehidlik mertebesine çıkardı.2 Henüz o sıra 41 yaşında bulunan bu İslâm kahramanının vücuduna baktıklarında doksandan ziyâde mızrak, ok ve kılıç yarası görmüşlerdi.3
Sancak Abdullah bin Revahâ’nın omuzunda
Kumandanlık sırası Abdullah bin Ravâha Hazretlerine gelmişti.
Atının üzerinde, ak sancak omuzunda düşmana karşı ilerledi. Kötülüğü emreden nefis bu vaziyette iken bile onu vesveseye ve tereddütler tuzağına düşürmek istiyordu. Hz. Abdullah, iki düşman arasında kalmıştı. Biri Bizans askerleri, diğeri hiç bir zaman yanından ayrılmayan nefsi.
Ama o, bu iki düşmana karşı da gereği gibi mücadele veriyordu. Bir taraftan düşmana saldırırken, diğer taraftan en büyük düşmanı olan nefsine şöyle diyordu:
“Ey nefsim! Ben, seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen, buna ya kendiliğinden razı olursun, ya da bunu sana zorla kabul ettiririm!
“Müslümanlar, toplanmışlar, bağırıyorlar. İçlerinden ‘İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn’ diyen ağlamaklı sesler yükseliyor.
“Anladığım kadarıyla, sen pek Cennetten hoşlanmamış görünüyorsun.
“Yıllardır, hâlâ itmi’nana ermemişsin.
“Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen, sanki hiç ölmeyecek misin?
“İşte ölüm gelip çattı! Arzu etmediğin halde.
“Eğer, o iki kişinin yaptığını yapar, şehitliği tercih edersen, en isabetli kararı vermiş olursun! Eğer, gecikirsen, bedbaht olursun.”1
Nefsini mağlûp eden Hz. Abdullah, kahramanca bir çarpışma gösteriyordu. Bir ara aldığı bir kılıç darbesiyle kesilen parmağı sallanmaya başladı. Yüreği Allah ve Resûlullah muhabbetiyle çarpan bu büyük insan, atından yere indi, parmağının üstüne ayağıyla bastı ve sallanan kısmı kopardıktan sonra tekrar atına atlayarak düşman saflarına doğru bir arslan gibi daldı. Kalbini kaplayan iman feyz ve cesareti, âdeta vücudunda ağrı, sızı ve acıma nâmına ne varsa hepsini alıp götürmüştü.
Hz. Abdullah, kahramanca çarpıştıktan sonra, bir ara geri dönüp atından indi. Üç günden beri ağzına tek bir lokma dahi almamıştı. O sırada biri kendisine üzeri etli bir kemik sundu. Üç günden beri ağzına aldığı ilk lokma olacaktı bu. Ama nerde? Henüz etli kemiği azıcık ısırmıştı ki, Müslümanların bulunduğu tarafta bir gürültü ve kargaşa koptu. Hz. Abdullah, elindeki kemiği bir tarafa fırlattı ve kendi kendine, “Sen hâlâ dünyada boğazla meşgulsün” diyerek kılıcını sıyırdığı gibi çarpışmaya katıldı.1
Bu çarpışma neticesinde Hz. Abdullah da arzuladığı makamların en yücesi olan şehidlik makamına erişti.2
İslâm ordusunun dağılması
Üst üste üç kahraman kumandanını şehid veren ve başsız kalan İslâm ordusu düşman karşısında dağıldı. Mücahidler bir an için geri çekilmek veya muharebeye devam etmek arasında tereddüt gösterdiler. Bu arada bir kaç mücahid şehid oldu.
Bütün bunlara rağmen, Hz. Resûlullahın aziz sancağı yere düşmüş değildi. Onu, Abdullah bin Ravâha şehid olunca, Ebû’l-Yeser Ka’b bin Umeyr eline alarak, mücahidlerden Sâbit bin Akrem’e vermişti. Bu Sahabî de onu alır almaz ordunun önüne koşmuş ve bayrağı yere dikerek Müslümanları bir araya toplamaya çağırmıştı. Mücahidlerin her biri bir taraftan gelerek bu merkez etrafında toplanıyorlardı. Sancağı elinde tutan Sahabî Sâbit bin Akrem, toplananlara şöyle seslendi:
“Ey mücahidler topluluğu! Aranızdan birini kendinize kumandan seçiniz ve onun etrafında toplanınız!”
Mücahidler, “Biz, seni kumandan seçtik, biz sana râzıyız”3 dediler.
Ne var ki, Sâbit Hazretlerinin gözü bir başkasındaydı. Orduya, İslâmdaki sadakât ve samimiyetini ispatlamak babında gönüllü olarak katılmış olan yeni Müslümanlardan Hâlid bin Velid’di bu. “Ben bu işi yapamam” diyen Sâbit bin Akrem, gözünü diktiği Hz. Hâlid’e, “Ey Ebû Süleyman! Gelip alsana şu sancağı” diye seslendi.
Ne var ki, saygılı ve duygulu bir kahraman olan Hz. Hâlid bayrağın bu yaşlı muhterem zâtta kalmasını istiyordu:
“Ben, bu sancağı senden alamam. Sen buna benden daha lâyıksın. Çünkü, benden daha yaşlı ve Bedir Savaşında da bulunmuşsun.”1
Evet, Hz. Hâlid’in söylediklerinin hepsi doğru idi. Ama o an, o saat çok yaşlanmış olanı veya herhangi bir şeye katılmadan dolayı kazanılmış çok şerefi istemiyordu. O an ve o durum, İslâm ordusunu bu en tehlikeli durum karşısında kurtaracak liyakat arıyor ve ancak onu istiyordu. Bunun gayet iyi idrakinde olan Sâbit bin Akrem (r.a.), teklifini Hz. Hâlid’e tekrarladı.
“Al Resûlullahın şu bayrağını! Ben onu sana vermek üzere aldım. Sen çarpışma hususunda, savaş konusunda benden daha bilgili ve maharetlisin.”
Sonra da, Hz. Halid’in cevap vermesine fırsat vermeden Müslümanlara dönerek, “Hâlid’i kumandan seçmek hususunda görüş ve söz birliği ediyor musunuz?”2 diye seslendi.
Gözlerini bu kahraman Sahabînin üzerinden ayırmayan mücahidler, hep bir ağızdan, “Evet” dediler. Bunun üzerine de Hz. Hâlid, Hz. Resûlullahın sancağını eline alıp büyük bir hürmetle öptü ve atına atlayarak, yüzünü düşmana doğru çevirdi. Artık İslâm ordusunun kumandanı Hz. Hâlid’di.
Bütün bunlar olup biterken, Peygamber Efendimiz, harbe iştirak etmeyen Ashabıyla birlikte Medine’de bulunuyordu. Medine neresi, Mü’te neresi? Aradaki mesafe bin kilometreden fazla. Ama bu uzun mesafe, hakikatbin göze sahip Resûl-i Kibriyâ için kısaldı ve âdeta harp, gözlerinin önünde cereyan ediyormuşcasına çarpışmanın safahatını Ashabına teessür içinde teker teker anlattı:
“Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı ve şehid oldu. Onun için Allah’tan af dileyiniz!
“Sonra sancağı Câfer aldı. O da şehid oldu. Onun için de Allah’tan af dileyiniz.
“Sonra sancağı Abdullah bin Ravâha aldı. O da şehid oldu. Bu kardeşiniz için de Allah’tan af dileyiniz.”1
Sonra da mübârek gözyaşları arasında sözlerine şöyle devam etti:
“Abdullah bir Ravâha’dan sonra, sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. İşte şimdi tandır tutuştu, harp kızıştı. Allah’ım! Sen ona yardım et!”2
Bu durum Cenâb-ı Hakkın müsaadesiyle mucize olarak gaybten bir haber verişti. Gaybın tek bilicisi Yüce Allah, hikmeti gerektirdiğinde sevgili kuluna da bazı şeyleri bildirir, gösterir ve aradaki uzun mesafeleri kaldırıverir.
Kumandan Hâlid bin Velid
Müslümanların başlarına lâyık gördükleri yeni kumandan Hz. Hâlid, cesaretle atını mahmuzlayıp düşman üzerine yürüdü. Kendisini yayından kopmuş oklar halinde mücahidler takib ettiler. Müslümanların saldırışı öylesine cesurca ve kahramanca idi ki, düşman bir anda şaşırdı. Neye uğradığının farkına varıncaya kadar da bir çok askerini yerde serili gördü. Akşama yakın cereyan eden bu çarpışmada düşman topluluklarından bazıları bozguna bile uğradı. Ne var ki, kendini toparlayan düşman, hava kararmaya başladığı sırada toptan hücuma geçince, bu sefer Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.
O zamanki muharebeler, şimdiki savaşlar gibi geceli gündüzlü devam etmezdi. Sabahleyin herkes işine gücüne gider gibi, asker silahını kuşanır, harp meydanına girer, gerektiği kadar çarpışırdı. Akşam olunca da yine herkesin işinden evine dönmesi gibi, ordugâhına dönerdi.
Hz. Hâlid kumandanlığı akşama yakın almıştı. Bir iki taarruzdan sonra da hava kararmış ve iki taraf ordugâhına çekilmişti. Hz. Halid, büyük bir kahraman olduğu kadar, harp sanatında da, düşmanı şaşırtıcı taktikler uygulamakta da son derece mâhirdi. Bu sanat ve maharetini kullanması gerekiyordu. Geceyi hep düşünerek, bir takım plân ve düşmanı şaşırtacak taktiklerin tasavvuruyla geçirdi.
Gün doğuşuyla birlikte İslâm ordusu da yeni bir tertip ve düzenle düşman karşısına dikildi. Bunu gören düşman hem hayrete kapıldı, hem de ürkek bir tavra girdi. Ve o zaman, gece İslâm ordusu safında duydukları gürültülerin, türlü hareket seslerinin mânâsını anlıyorlardı: “Demek ki, Müslümanlara bu gece çok sayıda yardımcı kuvvetler gelmişti. Baksanıza şu sağ kanatta görünenler şimdiye kadar görülmemiş askerlerdir.”1
Bir gün evvel bir avuç Müslümandan yedikleri kuvvetli ve ağır yumruğun sersemliğini üzerinden atamamış olan düşman, bu değişiklik karşısında ise bütün bütün korkuya ve endişeye kapılıyor ve birbirlerine, “Ne yapacağız?” der gibi mânâlı bakışlarla bakmaya başlıyorlardı.
Hz. Hâlid, akıllıca bir taktik uygulamıştı: O gece Müslüman bölüklerin yerini değiştirmiş, sağdakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne almıştı.1
Düşman birlikleri ise karşılarında yeni simâlar, yeni kıyafetler görünce, Müslümanlara taze kuvvet gelmiş olduğu zannına kapılmışlar ve bunun neticesinde de korku ve telâş havasına girmişlerdi.
Kahraman ve maharetli Hz. Halid bu taktiğiyle düşmanın mânen sarsıldığını farkedince, vakit kaybetmeden mücahidlere hücum emri verdi. Yeniden harbe girmişcesine şiddetli hücuma geçen mücahidler, düşman ordusunu bir anda darmadağın ettiler. İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna sıyrılan kılıçlar olanca kuvvetle küffar ordusunun üzerine iniyordu. O görünüşte azametli, haşmetli düşman ordusu çareyi kaçmakta buldu. Sanki çil yavrularının üzerine kartal çullanmıştı.
Allah’ın, Müslümaları nusretiyle sevindirdiği bu parlak günde, kahraman kumandan Hz. Hâlid’in elinde tam yedi kılıç parçalandı.2 Yedi kılıç parçalanırken, kimbilir kaç kâfiri kırıp geçirmişti!
Mücahidlerin cesaret ve kahramanlığının, uyguladığı taktikle birleşmesi sonucu elde edilen parlak zaferden dolayı Hz. Hâlid, yüce Allah’a hamdetti. Onun hamdine mücahidler de kendilerine umulmadık bir fırsatı ihsan eden Rablerine şükranlarını takdim ederek katıldılar.
Hz. Hâlid’in düşündüğü ve uyguladığı taktik başarıyla neticelenmiş ve mücahidler, kendilerinin aşağı yukarı 40-50 misli kadar olan düşman ordusunu sindirmişti. Ancak henüz tehlike atlatılmış değildi. Bu bir avuç Müslümanın bir daha bu sayıca kalabalık ordunun toplanmasına fırsat verilmeden başarılı bir şekilde geri alınması gerekiyordu. Bunu yapmak için de Hz. Hâlid plânının ikinci kısmını uygulamaya koydu. O günün gecesi İslâmın izzetini, şerefini, şanını koruyarak ordusunu kaldırıp güneye doğru süzüldü. Zaten düşman üst üste yediği darbelerden sersemleşmişti. Bu gidişe sadece seyirci kaldı. Belki de sevindi.
Böylece Hz. Hâlid’in taktiğinin ikinci kısmı da müsbet netice vermiş ve bir avuç İslâm mücahidi düşman diyardan tereyağından kıl çekercesine geri çekilerek yok olmaktan kurtulmuştu.
Bu, Yüce Allah’ın gerçekten bir lütfu ve inayetinin eseri idi. Yedi gün devam eden çarpışmalarda İslâm ordusu sadece 15 kadar şehit vermişti.1
Medine’ye dönüş
Hz. Halid, Allah’ın yardımıyla mahv olmaktan kurtardığı ordusuyla Medine’ye doğru yola koyuldu. Düşman ise, şaşkın şaşkın seyretmekle yetiniyordu. Sanki oldukları yerde çivilenmişlerdi. İslâm ordusunu takip etme cesaretini bulamamaları elbette kendileri hesabına büyük bir hezimetti.
Mücahidler Medine’ye parlak bir zafer kazanmanın vakar ve haşmetiyle yaklaşıyorlardı. Bu arada mücahidlerden Ya’lâ bin Ümeyye önden giderek, henüz ordu Medine’ye varmadan Hz. Resûlullahın huzuruna çıktı. Olup bitenleri anlatmak isteyince Resûl-i Kibriyâ, “İstersen ben olup bitenleri sana anlatayım” buyurdu ve harp safahatını olduğu gibi anlattı. Bu mucize karşısında Hz. Ya’lâ şöyle dedi:
“Seni hak din ve kitapla peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen mücahidlerin hâdiselerinden anlatmadık bir harf bile bırakmadın.”2
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ise, “Allah aradaki mesafeyi ortadan kaldırdı. Ben de savaş meydanını gözlerimle gördüm”3 buyurdu.
Hz. Câfer’in Mü’te’de şehid olduğu gündü.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz harbin safahatını anlatıp, üç kumandanın şehid olduğunu Ashab-ı Kirama haber verdikten sonra, Hz. Câfer’in evine gitti.
Hz. Câfer’in hanımı Esmâ bint-i Ümeys her şeyden habersiz işleriyle meşguldü. Çocuklarının yüzlerini tertemiz yıkamış, başlarını taramıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), “Ey Esmâ, Câfer’in oğulları nerede?” diye sordu.
Hz. Esmâ’nın hâlâ bir şeyden haberi yoktu. Çocukları çok seven Hz. Resûlullahın bu isteği altında herhangi bir mânâ aramadı. Oğullarını tutup yanına getirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz onları bağrına bastı. Öptü, kokladı. Bu esnada kendisini zaptedemeyerek gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
İşte o anda Hz. Esmâ’nın yüreği dağlanır gibi oldu. “Yâ Resûlallah,” dedi, “anam, babam sana fedâ olsun, sen ne için ağlıyorsun? Yoksa Câfer ve arkadaşlarından sana acı bir haber mi erişti?”1
Hz. Resûlullah acı gerçeği teessür içinde haber verdi, “Evet onlar bugün şehid oldular!”2
Hz. Esmâ’nın gözlerinden bir anda yaşlar seller gibi boşanmaya başladı. Kadınlar başına toplandılar. Hz. Resûlullahın ona emri şu oldu:
“Ey Esmâ! Ağzından uygunsuz ve kaba bir söz kaçırma ve göğsünü de dövme!”3
Daha sonra Efendimiz Hâne-i Saadetine geldi. Zevcelerine, “Câfer âilesi için yemek yapmayı ihmal etmeyiniz” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Câfer’in ev halkına üç gün yemek yapılıp yedirildi.
İslâmda ölünün ev halkı için yapılan ilk yemek budur.
Peygamber Efendimiz, Hz. Câfer için üç günden sonra ağlamayı da yasakladı.1
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Câfer’in kesilen iki eline karşılık, Cenab-ı Hakkın ona iki kanat verdiğini ve Cennette, onunla istediği gibi uçup durduğunu haber vermiştir. Bu sebeple ona “Câfer-i Tayyar” denilmiştir.2
Henüz İslâm ordusu Mü’te’den Medine’ye dönmemişti.
Hz. Resûlullah, bir ara harpte şehid olan Zeyd bin Hârise Hazretlerinin kızını gördü. Masum kız, Resûl-i Kibriyânın mübarek yüzüne hüzünlü ve ağlamaklı bakıyordu. Bu manzarayı seyre dayanamayan Efendimiz, şefkat ve merhametinden ağlamaya başladı.
Sa’d bin Ubâde Hazretleri, “Yâ Resûlallah! Nedir bu?” diye sordu.
Efendimiz şöyle izah etti, “Bu, sevgilinin, sevgilisine hasretidir.”3
İslâm ordusunun karşılanışı
Oldukça sıcak bir gündü. Hz. Resûlullahın ak sancağının Medine ufuklarında parlamaya başladığı görüldü. Gelen artık Zeyd ordusu değil “Seyfullahi’s-Sarim” (Allah’ın Keskin Kılıcı) ünvânının sahibi Hz. Hâlid bin Velid ordusu idi. Tecessüm etmiş ruh ve cesaret abidesini andıran mücahidler üç kumandan dahil, on beş kadar mücahidi kaybetmiş olmanın derin hüznü, ama İslâma parlak bir zafer kazandırmanın vakar ve sevinci içinde Medine’ye semâda süzülen parlak yıldızlar misali akıyorlardı.
Bu sırada Resûl-i Ekrem, Ashab-ı Kirama, “Toplanınız da kardeşlerinizi karşılayalım” buyurdu.
Müslümanlar, kızgın sıcağa rağmen derhal bu emre itaat edip mücahidleri karşılamak üzere âdeta Medine’yi tamamen boşalttılar.
Kâinatın Efendisi de bu mücahidleri karşılamaya çıkıyordu. Onlara “Hoşgeldiniz” demeye gidiyordu. Çoluk çocuk herkes onun etrafını yıldız misali sarmıştı. Çocukların bineklere bindirilmesini emredip, kudsî şehâdet mertebesine erişen Hz. Câfer’in biricik oğlunun da kendisine verilmesini istedi. Getirilen yavruyu, şefkat kahramanı Kâinatın Efendisi önüne bindirdi. Yoluna öylece devam etti.
Medine’nin Cürüf mevkiinde mücahidlerle karşılayıcılar birbirlerine kavuştular ve ulvî bir manzara teşkil ettiler.
Bu arada mücahidlerin kulağına bazı nâhoş sözler geldi. “Allah yolunda savaşmaktan kaçan korkaklar!”1
Mücahidler işittikleri bu sözlerden dolayı son derece üzüntü duydular. Durumu Hz. Resûl-i Ekreme şikâyet ettiler. Kâinatın Efendisi onları şöyle teselli etti:
“Sizler Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil, dönüp dönüp vuruşanlarsınız!”2
Hz. Resûlullahın bu sözleri üzerine Müslümanlar da mücahidleri o tür sözleri söyleyerek kınamaktan ve üzmekten vazgeçtiler.
* * *
Zâtü's-Selâsil Seferi
Hicretin 8. senesi, Cemâziyelâhir ayı. (Milâdî 629.) Bazı Arap kabileleri Mü’te Harbinin neticesini Müslümanlar için zahirî bir mağlubiyet ve gerileme olarak değerlendirmiş olacaklar ki, Medine’ye saldırmak maksadıyla bir araya gelmişlerdi. Bunlar, Kudaa, Beliy, Cüzzâm, Lahm ve Âmile adındaki kabilelerdi.1
Durumu haber alan Peygamber Efendimiz, derhal Amr bin Âs Hazretlerini yanına çağırdı ve “Ey Amr, silâhını kuşan, yolculuk elbiselerini giy ve hemen yanıma gel! buyurdular. Amr hemen gidip silahını kuşandı ve sefer elbiselerini de giyerek Efendimizin yanına vardı. Resûl-i Ekrem, “Ey Amr,” dedi, “seni selâmete ve zenginliğe erdirsin diye askerî bir birliğin başında bir yere göndermek istiyor, en iyi dileğimle senin için zenginlik diliyorum.”
Hz. Amr, “Yâ Resûlallah, ben zengin olayım diye Müslüman olmadım. Hiç bir karşılık beklemeden ve cihadlara katılıp, zâtınızın yanında bulunmayı arzuladığım için Müslüman oldum” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Ey Amr! Zenginliğin faydalısı, insanların hayırlı ve faydalısına ne güzel yaraşır”2 buyurdu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin Amr’ı (r.a.) tercih edişinin bir sebebi vardı: O da, Hz. Amr’ın Beliy Kabilesiyle akraba oluşuydu. Baba annesi Beliy Kabilesindendi. Amr’ı göndermekle onları akrabalık noktasından bir derece yumuşatmak ve İslâmiyete ısındırmak istiyordu.
Ayrıca Efendimiz, üzerine yürüyeceği kabileleri İslâma dâvet etmesi için de Amr Hazretlerine emir verdi.
Bütün bunlardan sonra Hz. Amr, emrindeki Muhacir ve Ensardan müteşekkil 300 mücahidle Medine’den yola çıktı. Müşrik kabilelerinin toplandığı bölgeye yaklaştığında, fazlaca kalabalık olduklarını gördü. Bunun üzerine Ashabdan Rafi’ bin Mekîs’i Peygamber Efendimize göndererek acele yardım istedi. Medine’ye gelen bu Sahabî durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu istek üzerine Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrah kumandasında 200 kişilik bir takviye kuvveti gönderdi. Bunlar arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Ensar ve Muhacirin ileri gelenlerinden bir çok kimse vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Amr bin As’la buluşup hep birlikte hareket etmelerini ve aralarında anlaşmazlığa düşmemelerini de Hz. Ebû Ubeyde’ye sıkı sıkıya tenbih etti.1
Takviye birliği sür’atle yol alarak Hz. Amr’ın yardımına yetişti.
Amr (r.a.), Ebû Ubeyde Hazretlerine, “Sizin de kumandanınız benim! Çünkü, Resûlullaha haber gönderip bana yardım etmenizi kendisinden ben istedim” dedi.
Fakat, Ebû Ubeyde Hazretleri kendi birliğine kumandanlık etmek istedi, “Ben, emrim altındaki birliğin kumandanıyım. Sen ise, emrin altındaki birliğin kumandanısın!”2 karşılığını verdi.
Hz. Amr ise, aynı şekilde, onların da kumandanı olduğunu, imamlığa yetkili olanın da kendisi bulunduğunu ifade etti. Bu küçük münakaşaya Muhacir Müslümanlar da Ebû Ubeyde Hazretlerinin tarafını tutarak katıldılar.
Ebû Ubeyde, Hz. Resûlullahın tenbihini hatırlayınca, münakaşanın uzamasına meydan vermedi ve şöyle dedi:
“Ey Amr! Resûlullah Aleyhisselâmın, Medine’den ayrılırken en son sözü, ‘Arkadaşının yanına varınca, birbirinize itaat ediniz, sakın aranızda ihtilafa düşmeyiniz’ emir ve tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat ederim.”1
Böylece başkumandanlık, münakaşa uzamadan Amr bin Âs Hazretlerinde kaldı. Namazı da mücahidlere o kıldırmaya başladı.2
Varılan yerde hava oldukça soğuk ve sertti. Mücahidler ateş yakmak için etraftan odun toplayarak ısınmak istedilerse de kumandan Hz. Amr, buna katiyetle müsaade etmedi. Bu durum, Ashabın itirazına sebep oldu. Hz. Ebû Bekir, meseleyi kendisiyle konuşmak isteyince Hz. Amr bin Âs, “Sen beni dinlemek ve bana itaat etmekle emrolundun, değil mi?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir, “Evet” dedi.
Bunun üzerine Hz. Amr, “O halde, neye emrolunduysan onu yap”3 dedi.
Hz. Ömer bu sözlere tahammül edemedi ve gidip Hz. Amr’a çatmak istediyse de, Hz. Ebû Bekir buna mani oldu ve şöyle dedi:
“Bırak onu, istediğini yapsın. Resûlullah Aleyhisselâm, onu ancak harpteki mahareti dolayısıyla başımıza kumandan tayin etti. Mademki o, şu anda kumandandır, onun işine karışmak doğru olmaz.”4
Bunun üzerine Hz. Ömer, hiddetini yenip sustu.
Aslında Hz. Amr, güzel bir taktik ve tedbir icabı mücahidlerin ateş yakmalarına müsaade etmiyordu. O da şuydu: Düşman çok, mücahidler ise onlara nazaran sayıca az idiler. Ateş yakıldığı takdirde sayıları ortaya çıkacak ve düşman hiç bir endişe ve korkuya kapılmadan üzerlerine hücum edecekti. Fakat, yakılmadığı takdirde düşman mücahidlerin sayısını tam bilmeyecek ve ihtiyatlı hareket etmek durumunda kalacaktı. Nitekim de aynı durum cereyan etti. Müslümanların oldukça kalabalık oldukları zannına kapılan düşman kuvvetleri, çarpışmayı bile göze alamadan her biri bir tarafa dağıldı. Az sayıda bir birlik karşı koymaya direndi. Ancak onlar da bir müddet sonra mücahidlerin toptan hücumu karşısında dayanamayarak kaçmaya mecbur kaldılar.1 Harp sanatını iyi bilen komutan Amr (r.a.) kaçanları, mücahidlere bir pusu kurulmuş olabilir ihtimâlini göz önüne alarak takibden vazgeçti. İslâm ordusu gayesine ulaşmış olmanın huzuru içinde Medine’ye döndü.
Amr bin Âs’ın Peygamberimize suali
Mücahidlerle Medine’ye dönen kumandan Amr bin Âs (r.a.), iç âleminde bir duyguya kapılmıştı. Bu duygusunu bizzat kendisi şöyle anlatır:
“Resûlullah (a.s.m.), beni askerî birliğin başında Zâtü’s-Selâsil’e göndermişti.
“Askeri birliğin içinde Ebû Bekir ve Ömer de bulunuyordu. Resûlullahın yanında benim yerim daha üstün olmazsa, herhalde beni, Ebû Bekir ve Ömer’in başına kumandan tayin ederek göndermezdi’ diye içime doğdu.
“Hemen Resûlullahın yanına gidip ‘Yâ Resûlallah! Halkın sana en sevgilisi kimdir?’ diye sordum.
“‘Âişe’dir,’ buyurdu.
“‘Erkeklerden kimdir?’ diye sordum.
“‘Âişe’nin babasıdır’ buyurdu.
“‘Ondan sonra kimdir?’ diye sordum.
“‘Ondan sonra Ömer’dir,’ buyurdu.
“Bir takım daha erkeklerin isimlerini saydı.
“Kendi kendime, ‘Artık bu sorumu tekrarlamayayım’ dedim. Ve beni en sonraya bırakmasından korkarak sustum.”1
Hakikat-i halde, Amr bin Âs Hazretleri, Ashâb-ı Kirâmın büyüklerindendi. Fakat, o vakit Sahabîler arasında ona nisbetle Allah indinde ve Hz. Resûlullah katında daha sevgili ve daha efdal pek çok zatlar ve onun tabakasının üst tarafında hayli tabakalar vardı. İşte bunu anlayan Hz. Amr, sözü daha fazla uzatmayıp kısa kesmiştir.
* * *
Sifü’l-Bahr Seferi
Hicretin 8. senesi, Receb ayı. Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Ebû Ubeyde bin Cerrah’ı Muhacir ve Ensardan müteşekkil üç yüz kişilik bir birliğin başına kumandan tayin ederek Cüheynelerden bir kabilenin üzerine gönderdi.1 Maksat, bu İslâm düşmanı kabileyi te’dip edip gereken dersi vermekti. Mücahidler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu.
Yolda son derece açlık sıkıntısı çeken, hattâ ağaç yapraklarını bile ısıtıp yemeğe kalkan mücahidler nihâyet Sifü’l-Bahr’e (Deniz Sahili) vardılar. Açlıkla kıvranıp durdukları bu sırada Rezzak-ı Zülcelâl, denizden dalgalarla kocaman bir balığı çıkarıp onlara ikram etti.2 Orada kaldıkları müddetçe bu balıktan yediler.
Hiç kimseyle karşılaşmayan mücahidler Medine’ye döndüler.
Mücahidler, Peygamber Efendimize (a.s.m.), deniz sahilinde yedikleri balıktan bahsedip, bundan dolayı herhangi bir şey yapmaları gerekip gerekmediğini sordular.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “O, Allah’ın sizin için denizden çıkardığı bir rızıktır” buyurdu ve ilâve etti:
“Yanınızda, o balığın etinden başka bir şey varsa, bize de yedirseniz!”
Mücahidlerin bir kısmı yolda azık olsun diye beraberinde o balıktan getirmişti. Peygamber Efendimize de (a.s.m.) bir parça verdiler. Peygamber Efendimiz de ondan yedi.3
Kaynak: Salih Suruç'un "Peygamberimizin Hayatı" isimli kitaptan alınmıştır.