Müslümanların Gündemini Vahiy Belirlemiştir
Batı’nın dizginleri eline almasından beri dünya genelinde olsun, kendi coğrafyalarında olsun Müslümanların kamuoyunun gündemini oluşturamadıkları ve yönlendiremedikleri bir gerçektir. Çünkü bunu yapabilmek için bilimsel, askerî, siyasî, sosyal, ekonomik, teknolojik, vd. alanlarda başkalarıyla yarışabilir bir donanıma sahip değildirler. Müslümanların bütün bu alanlarda Batı’nın gerisinde oldukları ve onu ya taklit ettikleri yahut onun belirlediği gündemle oturup kalktıkları bilinmektedir. Hatta Batı’nın onların başına açtığı gaile ve problemlerden dolayı kendi gündemlerini belirlemeye fırsat ve imkânları bile bulunmamaktadır. Bunun da ötesinde İslam coğrafyasında yaşayan halkların büyük bir kısmı uyguladığı sistem ve kurumlarla, taklit ettiği eğitim ve felsefelerle, onları yönlendiren yöneticilerle zaten Batı’nın bozuk bir kopyası hâline gelmiştir. Nitekim bunların çoğu her şeyleriyle Batı’ya benzemek için onların arasına katılmayı tek kurtuluş yolu olarak görür hâle gelmiştir. Böyle bir durumda Müslümanların özgün bir gündeminden veya kamuoyunu yönlendirmelerinden sözetmek mümkün değildir.
Şüphesiz bu durum, Müslümanların bağımsız bir güce, kimliğe, politikaya, eğitime, ekonomiye, sanayiye vd. sahip olmalarına ve gündemi kendilerinin belirlemesine engel teşkil etmektedir. Bu uyduluktan veya dünyayı yönlendiren egemen güçlerin gündemlerine mahkûm olmaktan kurtulmak için tarihteki örneklere bakmak gerekir. Örneğin, Kur’an-ı Kerim’in miladi altıncı yüzyılda inmeye başladığı müşrik Arap toplumuna ve Müslümanların o toplumde nasıl bağımsız bir kimlik ve kişilik kazanıp gündemlerini nasıl kendilerinin oluşturduklarına, daha sonra o günün süper güçlerinin gündemlerini nasıl etkilediklerine, hatta değiştirdiklerine bakalım.
Bilindiği gibi Kur’an inmeye başladığı zaman Arap yarımadası doğudan Sasanilerin, kuzeyden, batıdan ve güneyden Bizanslıların işgali altındaydı. Her iki süper güç Hicaz bölgesini de zaptederek Arap yarımadasının tümüne egemen olmak için aralarında mücadele ediyordu. Aralarındaki bu rekabete ve savaşlara Fil ve Rum surelerinde işaret edilmektedir.
Böyle bir ortamda Kur’an inmeye başladı. Kureyş oligarşisi onu etkisiz kılmak için karşı propaganda, baskı, işkence, sürgün, öldürme gibi hemen her yola başvurdu. Bütün bunların amaçlarını gerçekleştiremediğini görünce saptırmak için gündemi değiştirme yoluna başvurdular. Hz.Muhammed’i tevhit çizgisinden uzaklaştırıp kendi gündemleriyle meşgul etmek için diplomatik manevralara başladılar. Tanrılarını ve inançlarını kötülememesi karşılığında kendisiyle uzlaşabileceklerini söylediler ve kendilerine yönetici yapacak kadar maddi teklifler yaptılar. Karşılaştıkları tehlikeyi, muhatabın değerlerini tahrip ederek veya sistemlerine eklemleyerek savmaya çalıştılar. İnanmaları için çırpınan ve karşı çıkmalarına çok üzülen Hz.Muhammed de İslam’ı kabul etmelerine götürecek ve hem davetin önündeki engelin kalkmasını hem güçsüz ve korumasız Müslümanlar üzerindeki ağır baskı ve işkencelerin durmasını umarak, bir beşer olarak buna sıcak bakar gibi oldu. Böylece müşrikler geçici de olsa Hz.Muhammed’i kendi gündemlerine çektiler. Yüce Allah bunun gerçekleşmesine izin vermeden derhal müdahale etti ve Hz.Muhammed’i uyararak böyle yaparsa şiddetle cezalandıracağını söyledi:
“Seni korumamış olsaydık, az da olsa, neredeyse onlara meyledecektin. O zaman da sana hayatında ve ölümünde cezanın katmerlisini verirdik. Bize karşı kendine bir yardımcı da bulamazdın”(17 İsra/74-75).
Bu saptırma ve gündemini değiştirme girişimlerine karşı nasıl bir yol izlemesi gerektiğini öğreterek şöyle buyurdu:
“Onlar isterler ki sen yolundan vazgeçip ödün veresin/tanrılarına övgüler yağdırasın da ardından onlar da vazgeçip ödünler vererek övgüler yağdırsınlar. Baş eğme sakın, kutsallara yemin ederek yalanlarını örtbas eden yüreksizlere, ortalığı bozguna veren koğuculara, ne borcunu ödeyen ne de kimseye zırnık veren sınır tanımaz günahkârlara, dahası, hayâsız ve de alçak zorbalara, mal sahibiymiş, oğullar sahibiymiş diye sakın baş eğme! Kendisine ayetlerimiz okunduğunda “bunlar eskilerin masallarıdır” diyenlere sakın baş eğme!”(68 Kalem/9-15).
“De ki ey kâfirler! Sizin taptığınıza tapmam, siz de benim taptığıma tapmazsınız. Ne ben sizin taptığınıza taparım ne de siz benim taptığıma taparsınız. Sizin dininiz size. Benim dinim bana”(109 Kafirun suresi).
Böylece Hz.Muhammed, vahyi insanlara tebliğ etmek ve tevhit çizgisine getirmek olan gündemine çekildi ve düşmanın gündem saptırmalarından uzak kalarak vahyi insanlara tebliğ etmeye devam etti. Bu uygulama kara çalmalar, hakaretler, işkenceler, boykotlar ve hicretlerden sonra değişmeyen bir gündem ve sapmayan bir istikametle Medine’de İslam devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Bunu saptırmak ve yuvasında boğmak için doğudan Sasaniler’in, kuzey, batı ve güneyden Bizans’ın var güçleriyle çalıştığı bilinmektedir. Rum suresinde belirtildiği gibi Bizans karşısında büyük bir yenilgiye uğrayan ve gücünü büyük ölçüde yitirmiş olan Sasanilerin şimdiki körfez ülkeleri bölgesinde halkı silahlandırıp kışkırtmanın ötesinde fiili bir saldırısı olmazken Bizasın’ın askeri hazırlık ve saldırılarına karşı Mute ve Tebuk Seferlerinin yapıldığı, Hz.Muhammed’in vefatından önce bir savunma gücü olarak Üsame ordusunu hazırladığı bilinmektedir.
Bütün bunlara karşı izlenen İslami kimlik oluşturma gündemi ve bağımsızlık politikasıyla Müslümanlar sürekli güçlendi. Bu gündem ve politika ile Müslümanlar, Hz. Muhammed’in vefatının üzerinden henüz otuz yıl geçmeden Sasani İmparatorluğu’nu tarihe gömdükleri, tehdit eden Bizans’ın işgali altındaki Suriye, Filistin, Mısır ve Yemen’e kadar Arap yarımadasının tümünü aldıkları ve Bizans’ın başkenti İstanbul’u kuşattıkları bilinmektedir. Bunu da vahyin belirlediği gündemi izlemeleri, azim ve kararlılıkla uygulamaları, bunun için her zorluğa göğüs germeleri ve sürekli güçlenen bir kimlikle çevresindeki güçleri etkisi altına alacak bir dinamizme sahip olmalarıyla yaptılar. Bir onlara bakmalı, bir de kırk yıllık mücadelenin sonunda toplumdan ancak yüzde beş oy aldığına sevinen yahut bunu büyük bir zafer ilan edenlerin yoluna ve gündemine bakmalı! Merhum Seyyid Kutub, o başarıyı restorasyoncu bir gündem değil, tevhit eksenli bir gündemin veya söylemin sağladığını özetle şöyle anlatır:
“Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiği zaman putperestliğin egemen olduğu Arap yarımadası dört yönden Sasanilerin ve Bizans’ın işgali altındaydı. Toplumda ahlak dibe vurmuş, sosyal adalet ölmüştü. Toplumda saygın ve güvenilir biri olarak tanınan Hz. Muhammed, Arap yarımadasını yabancıların işgalinden kurtaran ulusal bir kahraman, ahlaki çöküntüyü gideren bir ahlakçı, servet sahiplerine karşı bir sosyal adaletçi vd. olarak ortaya çıkıp insanları etrafında örgütleyerek mücadele etmek ve bunları gerçekleştirdikten sonra peygamberliğini ilan ederek halkın kendisine inanmalarını ve getirdiği dini kabul etmelerini istemek yerine, Allah’ın yönlendirmesiyle en çetin ve uzun yol olan tevhit mücadelesi yapma yolunu seçti. Şüphesiz Allah bu yolu ona gösterirken kendisinin ve inanan insanların çile çekerek hayatlarının zehir olmasını istemiyordu. Ama toplumun bütün değerlerinin ilahî öğretilere göre şekillendirilip dizayn edilmesi için her şeyden önce tevhit anlayışının hayatın her karesinde yerleşmesi ve egemen olması gerekiyordu. Başka bir deyişle, insanların iç ve dış dünyalarından küfrün bütün izlerinin silinmesi gerekirdi. Çünkü bu gerçekleşmeden yapılacak bütün ıslahatların küfür binasında restorasyon çalışmasından öteye geçmeyeceği açıktı. Zira vahyin gösterdiği bu yol değil de, ulusal kurtarıcılık, ahlakçılık, sosyal adaletçilik vd. yolu izlenerek işgalden kurtarılacak Arap yarımadasında Sasani ve Bizans putunun yerine Arap putu dikilecek, putperest zenginler yerine putperest fakirler veya ezilenler egemen olacak, Arap ahlaksızlığının yerine doğulu veya batılı bir acem/yabancı ahlakı yerleşecekti. Oysa son tahlilde bütün bunlar tevhidin yerine egemen olan putların yer değiştirmesinden başka bir anlam ifade etmeyecekti.
Onun için yüce Allah, belki daha kısa zamanda, daha az meşakkat ve fedakârlıkla gerçekleşebilecek olan bu başarılara götürecek yollar yerine, önce tevhidi belirten “lailahe illellah” sözünün kalplere, zihinlere ve vicdanlara yerleşip egemen olacağı, böylece hayatın tümünü şekillendirip boyasını vuracağı uzun yolu izlemeye yönlendirdi. Çünkü bu söz insanların içinde egemen olduğu zaman hayatta her şeye kendisi yön ve şekil verecek, ona aykırı olan bütün putçulukları temizleyip atacaktı. Çünkü o zaman kulluk yalnız Allah’a yapılmış olacak, yalnız onun belirlediği değerler ve ölçüler egemen olacaktı. Onun için Kureyş oligarşisini, din sınıfını, aristokrat ve bürokratını oluşturan müşrikler, savaşlarda canlarını feda etmeye varıncaya kadar, dinlerini, iktidarlarını, servetlerini, şan ve şereflerini, yer ve yurtlarını, kısaca her şeylerini yitirme pahasına “lailahe illellah” sözünü söylememek için mücadele ettiler ve nihayet tarih sahnesinden silindiler. Çünkü kendi dilleri olan bu kelimenin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Bu kelimenin, Allah’ın otoritesi yerine egemen olan ve onun öğretilerinin yerini alan bütün egemenliklerin ve öğretilerin terk edilerek sadece onun otoritesine boyun eğmek ve öğretilerini geçerli saymak anlamına geldiğini biliyorlardı. Onun için her şeylerini yitirme pahasına bu kelimeyi söylememek üzere savaştılar ve yok oldular.” (Seyyid Kutub, Fi Zilali’l-Kur’an, 4/69-79, Daru’l-Arabiyye, Beyrut. 4.baskı, trs; krş. çeviri, 5/8-23, Hikmet Yayınevi, İstanbul 1973).
Kur’an, Resulullahı ve müminleri bilgilendirip yönlendirirken gündemlerini de bu şekilde belirliyordu. Sınırlarını müşriklerin çizdiği ve içeriğini onların belirlediği bir gündemle meşgul olup ulusalcı projelerle uğraşmak veya ne koparılırsa kârdır düşüncesiyle onu paylaşmak yahut içinde hapsolmak yerine, inanç, ibadet, ahlak, yönetim ve davranış olarak hayatın tüm renklerini kendisi belirleyecek ve şekillendirecek bir devrim yapma yolunu gösteriyordu. Somut bir örnekle söylersek, depremde yan yatmış olan evi restore etmek veya enkazından sağlam eşya kurtarıp onlarla yaşamak yerine, enkazı kaldırıp onun yerine sıfır bir bina yapma ve içini yeni eşya ile donatma gibi özgün bir yolu gösteriyordu. Gerçekten de bu yapıldığı için cahiliye gitmiş, yerine, insanların gönüllerini fetheden ve hayatın tüm kesitlerine boyasını vuran tevhit/İslam gelmişti.
İlginçtir, gerek geleneksel saldırgan cihad anlayışını seslendiren Müslümlanların, gerekse İslam’ın şiddet ve kılıç zoru ile Kureyş oligarşisini ortadan kaldırdığını ve yine kılıç zoru ile yayıldığını iddia eden İslam sevmezlerin söylemlerinin aksine, Resulullah vefat edinceye kadar Müslümanlar bir kez olsun düşmana ilk saldıranlar kendileri olmamışlardır. Başka bir deyişle, Resulullah ve Müslümanlar bir kez olsun din savaşı yapmamış, dini yaymak ve insanlara zorla kabul ettirmek için savaşmamıştır. Bedir Savaşı’ndan Tebuk Seferi’ne kadar bütün savaşlarda önce düşman Müslümanlara ya saldırmış ya da saldırı hazırlığı yaparak tehdit etmiş, Müslümanlar ondan sonra kendilerini savunmak için savaşmışlardır. Gerçeği yansıtmayan anlatımların ve iddiaların aksine, İslam bütün bu süreç boyunca şiddet ve kılıç zoru yerine, tebliğ, çağrı, ikna ve anlatım yolunu seçmiş ve her dönemde saldırıya karşılık verilmesi dışında, aynı yolu ve yöntemi, yani tebliğ ve eğitim yolunu izlemeyi öngörmüştür.
Şüphesiz Müslümanlar da diğer insanlar gibi her dönemde bir coğrafyada ve bir toplumda yaşamaktadırlar. Elbette toplumda olup bitenler kendilerini de ilgilendirecek, kendileri de olup bitenlerle ilgilenecek ve inançları doğrultusunda davranacaklardır. Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Kayzer’in hakkını Kayzer’e diyerek inzivaya çekilemezler ve toplumun gidişatına bigâne kalamazlar. Bunun için hayatın her alanında durumu lehlerine çevirmek için her türlü girişimi yapacaklardır. Bu kaçınılmaz bir durumdur. Hz.Peygamber zamanında durum bu şekilde olduğu gibi sünnettullahın gereği de budur. Ancak bunu yapabildiklerini veya göndemi kendilerinin belirleyip yönlendirebildiklerini söylemek ne yazık ki mümkün değildir. Bunun da ötesinde, toplumda daha çok inançlı insanların yöneldikleri dikiş nakış, ebru ve süsleme, tasavvuf müziği ve hat kurslarına yöneliş kadar bile Kur’an eğitim öğretimi, Kur’an’ı anlama ve anlatma alanında yeterince gündem oluşturabilmiş ve toplumun geneline yayabilmiş değildirler. Dinsel misyon ve amaçla yayın yapması beklenen medyaları bile toplumda İslam’ı gündem yapmak ve insanları onunla buluşturmak yerine, kendilerinin gün be gün batıcı medyaya benzediği ve bu değirmene su taşır hale geldiği görülmektedir. Kur’an’ı toplumun gündemine sokmak ve özgün bir İslam anlayışı oluşturmak yerine, programları, reklamları, anlatımları ve konuşturduklarıyla ya halkın din anlayışını hurafelere boğmak, ya modernleştirip sekülerleştirmek veya statüko ile entegre olmasını sağlamaktan öteye geçmediği görülmektedir. Onun için Müslümanların dini öğrenme, öğretme, anlama ve anlatma konusunda vahyin tabiatı ve yöntemi ile çatışmayan özgün, modern ve kuşatıcı bir yöntem belirlemeleri gerekir.
Müslümanların toplumda olup bitenlerle ilgilenmesinin veya olaylara müdahale etmesinin doğal olduğunu söylerken, maçın kurallarını rakiplerin belirlemesi, hakemleri onların seçmesi, maçın deplasmanda oynanması ve sonucun başkalarının hanesine yazılması oyununa gelmemeğe dikkat etmek gerekir. Çünkü kurallarını rakiplerin belirlediği, hakemlerini onların seçtiği, yerini onların tespit ettiği ve sonucu kendi hanelerine yazacakları bir maçı kazanmanın mümkün olmadığı, bütün peygamberlerin davette izledikleri yol ve yöntemden anlaşılmaktadır. Nitekim birilerinin şerefine oynanan yahut jübilesi yapılan bir maç kazanılmış görünse bile getirisi söz konusu kurumun kasasına gitmektedir. Onun için Müslümanların kendi gündemlerini kendilerinin belirlemesi, kimlik ve kişiliklerini korumanın gereğidir. Aksi halde yaptıkları iş, temizliğine dikkat edilmeyen yerde namaz kılmaya benzer. Böyle bir yerde namaz kılınmış olur ama temizlik şartı yerine gelmediğinden namaz yerini bulmamış olur. Kaldı ki zarar bununla da sınırlı olmayıp namaz kılanın üstü başı da necis olup kir pas içinde kalabilir.
Onun için maçın oynanacağı saha yahut namazın kılınabileceği temiz yere ihtiyaç vardır. Müslümanlar bunu oluşturması gerekir. Bu da vahyin aydınlığında yürümek ve onu insanlara götürmenin yollarını ve imkânlarını hazırlamakla olur. Yani Müslümanların bu doğrultuda özgün bir gündemlerinin olması gerekir. Bunun için Müslümanların vahyi öğrenmeyi, öğretmeyi, yaşamayı, yaşatmayı ve başkalarına götürmeyi günlük gündem maddelerinin başına almaları gerekir. Bu da günlük yaşamdan bir zaman, maddi gücünden ayırabildiği bir miktar ayırmakla olur. Her Müslüman’ın günlük vahiyden okuyabileceği kadar okumayı, öğrenebileceği kadar öğrenmeyi, okutup öğretebileceği kadar kişiye götürmeyi ve toplumun vahyin aydınlığıyla aydınlanmasını sağlamayı bir farzı ayn olarak görmesi, bunun için insan, kuruluş ve ortam oluşturması, gerekli imkânları sağlaması ile mümkün olur. Bu da dini önemsemenin veya ciddiye almanın gereğidir. Çünkü İslamoğlu Hoca’nın dediği gibi, donlarının kumaşına, rengine, dikişine değer verdikleri kadar dinlerine değer vermeyenlerin Müslümanlığı laftan öteye geçmez. Dindarlığı laftan öteye geçmeyen toplumun özgün bir din eğitim ve öğretim programı, özgün bir İslam gündemi de olmaz. Olmadığı için de Şekil-A’da görüldüğü gibi başka bir hayatın içinde asimile olmaktan kurtulamaz.
Müslümanlar başkalarının önlerine koyduğu ve onları bu görevden alıkoyan gümdemlerle oyalanmamalı, onların bundan alıkoymasına meydan verilmemelidir. Bunun kolay olmadığını biliyoruz. Çünkü bunun doğru bir vahiy kültürü, büyük bir direnç, büyük bir fedakârlık, büyük bir azim ve kararlılık, büyük bir amaç ve ideal gerektirdiği bir gerçektir. Rahmetli Mehmet Akif’in dediği gibi bunun Allah’a güvenmeyi, çok çalışmayı ve bilgi ile donanmayı gerektirdiğini bildiğimiz kadar, bundan başka çıkar yol olmadığını da biliyoruz. Bu vahyin ışığında Müslümanlar Kur’an eğitim ve öğretimi başta olmak üzere izleyecekleri politikayı görüşerek, anlaşarak, uzlaşarak, yardımlaşarak yoluna koyabilir, gündemlerini belirleyip kimliklerini oluşturabilir ve varlıklarını geliştirebilirler. Değilse “Biz, kendilerine haksızlık yapan nice kentleri kırıp geçirdik de arkalarından yerlerine başka topluluklar getirdik”(21 Enbiya/11) ayetinin belirttiği gibi sünnetullah bozulmadan ve sapmadan işlemektedir.
Prof.Dr.İbrahim Sarmış