Sırat'ta Yürür Gibi
Ahmet Taşgetiren
"Allah, arınmış, ak pak olmuş olanları sever..." (Tevbe,
9/ 108) Bu,
küllî bir arınma çağrısı.
Namazın önünde arınmak var. Arınmanın özellikle manevi boyutu demek
olan
"Hades'ten
taharet" özenle üzerinde durulacak bir ilke. Namaz, şuurlu bir
tarzda, ahidlerini
yenilemek için Allah'ın huzuruna çıkmak demek. Allah Rasûlü (s.a.),
"namazın
evinizin
önünden geçen ırmakta günde beş vakit arınmak demek olduğu"nu ifade
buyuruyor. Demek ki her namazda, Rabbin huzuruna çıkarken,
"arınmışlık
hissi"ni
kuşanabilmek gerekiyor. Yani kalbimizden emin olmak...
"Yüreğim,
Senin huzuruna
çıkabilecek arınmışlık, ak-paklık içinde Rabbim, bak kalbime..."diyebilmek...
İşte bu arı-durulukta buluştuğumuz her namazda ve her rekatta dua
ederiz.
"Bizi sırat-ı müstakime (müstakim bir yola) yönelt.." deriz.
Sanki sırat-ı müstakim, ahiretteki Sırat'ın dünyaya izdüşümüdür.
Sanki
burada yürümeyi başaranlar, orada da, o ince, ipince yolda da yürümeyi
başaracaklardır.
Sanki yürümeyi başaramamak ve çizgiden her çıkış, felâket, yıkım,
hüsran,
perişanlık anlamına geliyor...
Müstekîm olmak, onun için çetin, çetrefilli bir iştir.
Onun için
"müstekîm ol" buyruğu, bir Peygamber (s.a.)in
saçlarını
ağartacak yoğunlukta bir emirdir.
Onun için bir Peygamber (s.a.) günde yüz defa Rabbi'ne istiğfar
diliyle yönelme
ihtiyacı duyar... Yüz kere kalbini yoklar, yüzlerce kere niyaza ihtiyaç
duyar...
Müstekîm olmak, bir koyun sürüsünü, hükümdarın mülkünün yanında ve
hiçbir
koyunun çit ötesine geçmesine fırsat vermeden otlatmak gibidir. Ya da,
tuz
yalatılmış bir sürüyü, derenin içinden su içmeden geçirmek gibi...
Nefsin, hevânın, hevesin farkında olma ve onları dizginleyebilme
işi...
Adeta,
"Bir ateş çukurunun kenarından kurtulmuş" (Al-i İmran,
3/i03)
gibi...
Bütün bunlar, iki şeyi gerektiriyor: Birisi,
"hudûdullah"ın,
yani
Allah'ın koyduğu sınırların, ölçülerin, çerçevenin, hayat yorumunun
farkında
olmak, diğeri ise yaşanan her şeyi ayrıştırmak...
DEĞERLERİ YENİDEN İDRAK
Birincisi, yaratılış gayesini yeniden idrak etmekten yola çıkıp,
ahiret
sorumluluğuna kadar uzanan çerçevede iman ve hayat düzeni olarak ne
belirlenmişse her
şeyi, her şeyi idrak vasatına taşımak anlamına geliyor... Rasûlullah
Efendimiz,
"imanı
yetmiş küsur bölüm"e ayırıyor ve bunların içine,
"Lailahe
illallah-yani
Allah'tan başka ilâh olmadığı şuuru"ndan,
"İnsanlara eziyet veren
şeyi yoldan kaldırma" ya kadar düşünceyi, duyguyu ve eylemi düzene
koyan bir
muhteva yerleştiriyor. Nerdeyse imanı ve hayatı birebir mezceden bir
muhteva bu. Bu
muhtevanın bilinmesi gerekiyor. Bu alanda dehşet verici bir boşluk söz
konusu, oysa
hayat boşluk kabul etmiyor ve bu boşluk, hem inanç, hem duygu, düşünce
ve hayat
pratiği olarak hakim bilgi bankaları tarafından dolduruluyor. İslâm
çerçevesini
bilmemek, bir adım ötede yaşamamak, peşinen, bir başka değer ölçüsüne
kapı
aralamak anlamına geliyor. Bir başka değer ölçüsü dediğimiz şey ise,
küresel bir
abanışla, sağanaklar halinde dünyayı etki altında bulunduruyor. Boş
kalbler
doluyor, boy beyinler dolduruluyor, boş hayatlar tanzim ediliyor...
Boşluk, savruluşa
hazır olmak demek. Savuran rüzgârlar ise, fırtınalar kadar kıyıcı...
Düşünmeyi
bilmiyorsak düşünmeyi öğretiyorlar, inanmayı bilmiyorsak inanmayı,
sevmeyi
bilmiyorsak sevmeyi, korkmayı bilmiyorsak korkmayı, eğlenmeyi
bilmiyorsak eğlenmeyi,
yiyip-içmeyi bilmiyorsak onu... Adeta bir hava gibi soluyoruz o zaman
farklı bir
iklimi...
Onun için bilmek gerek... Kur'an'ı bilmek, Rasûllulah'ın hayatını
hece hece
okumak... Allah'ın yeryüzünde nasıl bir insan istediğinin farkında
olmak... İlk
şart bu.
Kur'an'ı ve Rasûlullah'ı bir kere daha kendimiz için okumak bir
bakıma...
HER ÜNİTEMİZİ AYRIŞTIRMAK
Sonra, yaşanan her şeyi ayrıştırmak...
Günlük hayatı ayrıştırmak... İbadeti, siyaseti, iş hayatını,
insanlarla
ilişkileri, yazı yazmayı, aile ilişkilerini, devlet sorumluluklarını...
düşünceyi, imanı ayrıştırıp süzmek...
En kötü aldatma girişimi Allah'ı aldatma girişimidir...
Hâşâ, "Allah görmez, duymaz" diye düşünmektir.
Allah'ı unutmaktır hayatımızda...
Buradan başlar ölçülerin dışına yönelme... Hududullah'ı aşmanın çıkış
noktası burasıdır.
Bu, ne kadar tehlikeli bir yönelişse, imanı, düşünceyi ve hayatı
ayrıştırma
da o kadar hayatidir.
Onun için kalbimize ve dimağımıza yansıyan
"Amentü çerçevesi"ni
adeta
yeniden iman ediyormuş gibi ayrıştırmak gerekiyor.
Bu bizi, bizdeki dönüşümün farkına varmaya sevkedecektir.
Tevbenin ruhi zeminidir bu... Dönüştüğümüzün farkında olmazsak,
hiçbir zaman
tevbe gerekliliğini hissedemeyiz çünkü. Yüreğimizin yabancılaştığını,
bir iç
yarası gibi hissetmemiz gerekir. Ne diyor Yunus:
"Sol böğrümde ince
bir dert,
batar Yunus Yunus diye..." Tevbe ihtiyacı, bu batıştan kaynaklanır. Bir namaz vakti, Allah'ın
huzuruna
duramayacak gibi hissederiz kendimizi meselâ... Arınmışlık duygumuz
yaralanmıştır.
Abdest almamıza rağmen, yüreğimizin bir yerlerinde bir kara nokta
saklanmıştır. Her
akşam, sabaha borç senedleri sarkar... Geceleri ahirete göçmekten
korkmaya başlarız.
Çünkü hesabı verilemeyecek dosyalar yüklenmişizdir. Hayat kitabımızı
okumak
ürküntü verir, her cümleden korkarız.
Gözümüzün, dilimizin, elimizin, kalbimizin, dimağımızın, midemizin,
kulağımızın ölçüleri, giyim kuşamımız, ümitlerimiz, sevgilerimiz,
korkularımız, zevklerimiz, acılarımız, mal tutkumuz, fakirliğe,
zenginliğe karşı
tepkilerimiz değişmiştir. Tedrici bir başkalaşım içine girmişizdir.
Kur'an, gıybet'i
"ölmüş kardeşinin etini yeme"ye benzetiyor.
Sonra
da ilâve ediyor:
"İşte bundan tiksindiniz!" (Hucurat, 49/12)
Dilinizin
ölçüsünü kaybederseniz, gıybetteki tiksindirici özellik, size tad
vermeye başlar.
Günahtan tad almaya başlarsınız.
Tıpkı bunun gibi, başkalaşım tad vermeye başlar, lezzete dönüşür...
Fakirin
acısına duyarsızlaşırsınız. Zenginliği Kârun duygularıyla yaşar, fakire
gözünü çıkarmadan ihsanda bulunmazsınız. İktidarı Fir'avn ya da Nemrud
hisleriyle kullanır, zulmü gelenek haline getirirsiniz... Yazdığınız
yazıda,
yaptığınız konuşmada, cihadınızda bile nefsinize pay çıkarır, ucbe,
riyaya,
zulme tabasbusa yönelirsiniz. Gözünüzün ölçüsü değişmişse, harama
tutulur,
midenizin ölçüsü değişmişse, haram lokmaya duyarsızlaşırsınız.
Ayaklarınızın ölçüsü bozulmuşsa, pisliğe bulaşmak rahatsız etmez sizi...
Kalbin-dimağın kimyası bozulmuştur âdeta... Her uzuv, yaratılış
gayesini
unutmuştur.
Fıtratın kimyası yerine, nefsi ve hevayı putlaştıran bir terkip
yüklenmiştir.
SIRAT'TA YÜRÜR GİBİ...
Sırat'ta yürür gibi olmak... Bir hesab gününün hassasiyeti ile
donanmak
demektir. Rabbin huzuruna çıkış duyarlılığıdır. Allah'ı yakın bilmek,
şah
damarından yakın bilmek demektir... Bir nabız atışı gibi duymaktır
ahireti... Bir
yoğunlaşma halidir bu, her duygu, düşünce ve eylemde Allah'a yakın durma
halidir.
Bir bakıma, dimağla kalbin, kalble uzuvların ahengi, uyumudur...
Hayatımızda bir kalb
ve dimağ dengesi oluşturmaktır. Her niyeti
"Allah için" kılma
gayretidir.
Cennetle cehennem arasındaki kısa ya da uzun yoldaki gerilimi, dünyada
iken
hissetmektir. Bir korku bir ümit gelgiti yaşamak, bir cennet rayihası,
bir cehennem
endişesi arasında gidip gelmektir. Ve her halükârda Rabbe sığınmaktır...
Hayatımızı derinden etkileyen savruluşlar karşısında Rabbe sığınmak...
Hayatı,
Sırat'ta yürür gibi yaşamak, aslında her an Rabbe sığınmak demek...